Üzerimdeki incecik battaniyeyi atıp, uzandığım kanepeden doğruluyorum. İzlediğim film bittiği halde hala ağladığımı fark edip, televizyonu hızlıca kapatıyorum. Yıllar önce okuduğum, Kazuoİshiguro'nun Türkçe’ye 'Beni asla bırakma' adıyla çevrilen ve Yapı Kredi Yayıncılık’tan çıkan baş yapıtı, aynı isimle beyaz perdeye uyarlanmış. Ödüle doymamış Japon asıllı İngiliz yazar, bu kitabıyla Time tarafından İngilizce yazılmış en etkileyici 100 roman listesine girmiş.
İnsanı kendi hayatına şöyle bir uzaktan bakmaya zorlayan roman kadar, az önce izlediğim filmden de çok etkileniyorum. Filmin çekildiği mekanlara, kostümlere ve renklere bayılıyorum. Müziklerin tadı ise hala damağımda. İki ayrı sahnesinde çalan “Neverlet me go” parçasıyla büyüleyen, duru, oksijeni, yeşili bol, yer yer ağlatan, sakin, su gibi akıp giden ve başımı okşayan şahane bir film. Oyunculuklar muhteşem, öyle ki Tommy'nin çocukluğunu canlandıran Charlie Rowe'u bulup sarılmak istiyorum.
Filmi izlerken daha ilk dakikada yönetmen sonunu söylüyor. Açılış sahnesinde, aslında filmin sonunu izlediğimi fark ediyorum. Filmin sonuna kadar hep bir başkaldırı bekliyorum; birisi kaçsın, olmaz desin, ben de insanım desin, isyan etsin, kaderi değiştirsin diye bekliyorum. Bu beklentiyle ruhum daralıyor. Ama biliyorum ki, yönetmen bizimle satranç oynamıyor, baştan söylüyor bize, böyle bir şey olmayacak!
Filmin başında yeşillikler içinde kocaman kiremit rengi taş binadaki çocuk çığlıkları ve kahkahalarının, öğrenilmiş ve kabullenilmiş bir çaresizlik olduğunu ilk otuz dakika içinde anlıyorum. Çocukların en sevindikleri şey olan kutular dolusu "insan" eskisi ıvır zıvır önlerine serildiği anda, kolu bacağı olmayan oyuncak bebekler görüyorum. "Çitin öte yanına geçme" metaforuna verilen ceza olarak sunulan, elleri ayakları kesilmiş çocuk umacısı ile bu kutulardan çıkan kolu bacağı olmayan bebekler örtüşüyor adeta. Çocukların buna bozulmayışları, kabullenişleri ve kızmayışları ‘pollyanna’lıklarından değil, bilinmeyen bir çaresizlik ve değersizlik duygusunun yüze vuruşu aslında. Nitekim bu kabulleniş sonucu, kahramanlarımız filmin sonunda bir "kurtuluş" talebi ile değil, "olağan"ın ertelenmesi isteğiyle çıkıyor karşımıza. Duygularını ispata çalışıp "insanız" diye çığlık atmıyor bu çocuklar. İnsanlıklarını aşka değil, aşkı insanlıklarına delil yapıyorlar.
Gözlerimi kapatıyorum, ellerim ve ayaklarım çok üşüyor, şehre sonbahar geliyor galiba ve ben çok üşüyorum. Bir robot gibi yetiştirilen, çocukluklarından itibaren seçilmiş oldukları kafalarına işlenerek, bir başkasının hayatı için yaşadıkları gerçeğini kanıksayan çocukların öyküsü var filmde ve ben televizyonu kapattığım halde filmden çıkamıyorum. Bu çocukların hayata bakışı, var oluş sebeplerinin, sadece bir başka insanın hayatta kalması olduğunu kabullenişlerindeki teslimiyet duygusu, beni alt üst ediyor.
Çoğumuz aslında böyle yaşıyoruz. Bire bir olmasa da başkaları için mutlaka yarıda bıraktığımız hayatlara sahibiz. Bu yüzden, insanın içine bıçak soktuğu yetmiyormuş gibi bıçağı döndürmek için de uğraşılmış gibi sarsılıyorum izlerken. Kitabın da filmin de karamsarlığı, umutsuzluğu; bu insanlar bile bile ölüme gidiyor ama neden direnmiyorlar sorusunda. Mesele tam da bu aslında. Kitabın yazarı, senarist ve yönetmen de bunu dert ediyorlar baktığınızda. Sinema gerçek hayatın farklı kurmacalarla perdeye yansı(tıl)ması değil mi biraz da? Biz yaşadığımız hayatta önümüze çıkan engellere ne kadar karşı çıkıyoruz, etrafımızı çevreleyen çitleri neden aş(a)mıyoruz mesela?
Öğretilmiş yalnızlık, öğrenilmiş çaresizlik, kabullenilmiş mutsuzluk, kasten öğretilmeyen ve öğrenilemeyen aşk; adına her ne derseniz deyin, kalıp da mutsuz olacakları bir konfor alanı varken, gidip de mutlu olacakları bir yer aramamak için yetiştirilmiş insanları, içeride tutacak çitin boyunun 50 cm’den fazla olması gerekmiyor. Hatta çevrelediği duvarlar yıkılsa bile, hep etraflarında kalıyor o çitler. Bunu çok net bir şekilde, insanın gözüne sokuyor film. Çitleri atlarlarsa başlarına geleceklerden korkan çocuklar, organlarını bağışlayınca ölmekten korkmuyorlar ve bu çelişki saç baş yolduruyor. Oyun oynarken, çitlerin dışına kaçan topu almaya gidemeyecek kadar korkuyorlar mesela. Onlara anlatılan hikâyeye göre, o çitlerin dışına çıkan çocuklar öldürülüyor, hatta o kadar vahşice öldürülüyor ki, elleri ve ayakları kesiliyor. Çocuklar da aslında organları için hayatta tutuluyor ve ileride organları için kesilip biçiliyor. Yani aslında çocukları, kendi kaderleri ile korkutuyorlar; dışarı çıkarsan ölürsün diyorlar, dışarı çıkmadıklarında zaten ölecek olan çocuklara.
Filmde Tommyiyi bir eğitim almış, iyi yetişmiş ama huzursuz ve hırçın bir çocuk. Kendi değer yargıları, kendi doğruları var. Kendisini ve aslında başka kimseyi pek ciddiye almayan, önemsemeyen, biraz bencil, hayatı bildiği gibi yaşayan Ruthile beraber.
Kathy ise ilk tanıdığı günden beri umarsızca Tommy'e aşık. Aşkın dönüştürücü, iyileştirici gücü Tommy'i de etkiliyor elbet ama Tommy kısacık ömrüne Kathy'i sığdıramıyor, aşkına sahip çıkacak cesareti bulamıyor. Kathy'e aşıkken, üstelik o da kendisini seviyorken, bir türlü Ruth’dan ayrılıp kendi aşkına değer biçemiyor. Tommy geç de olsa, Kathy yokken mutlu olmadığını fark edip, onları sadece organları için yetiştiren bir sistemden, birkaç yıl daha, ama bu defa Kathy ile gerçek aşkı yaşamak için müsaade istiyor. Oysa sistem buna izin vermiyor. Hayatta kalmak, biraz daha yaşamak için aşk yetmiyor. Aşka yaşam hakkı tanınmıyor.
Filmin sonunda müdire hanım, isyan edememelerinin sebebini hem onlara hem izleyiciye açıklıyor ve bu sözler bir tokat gibi yüzümde patlıyor: “Ruhunuzda ne olduğunu görmek için bu galeriyi kurmadık, ruhunuz var mı diye görmek için kurduk.”
Ve tarlayı çevreleyen çite takılmış poşet ve kumaş parçaları, çitin ötesine geçemeyen çocukların betimlemesini yapıyor.
Hepimizin başkaları için yaşadığımız yarım kalmış hayatları var. Kendimizi ifade ediyoruz ama dinleyen bulamıyoruz. Âşık oluyoruz ama kimsenin umurunda olmuyoruz. Gittikçe yalnızlaşıyor ve bu sayede sistemi daha da güçlü kılıyoruz. Filmde olduğu gibi, parçalanmış, iletişimsiz, kendi dünyamızda küçük gruplar halinde yaşıyoruz. Film tam da bu noktada, yaşama şansı olmayan çocuklar üzerinden yüzümüze dev bir ayna tutuyor.
Film bittiğinde boğazımda bir düğüm, midemde bir yumruk varmış gibi hissediyorum, uzun süre oturduğum yerden kalkamıyorum. Sevdiğim biri yanımda olmadan, ona dayanmadan, ona dokunmadan yaşamanın tatsızlığını, boşluğunu hissediyorum içimde incecik bir sızıyla. Bir yavanlık, bir kırıklık, her şeyi incelten garip bir eksiklik var ruhumda ve bunun tam olarak ne olduğunu bilmiyorum. Gücenikliğe benzer bir düş kırıklığı var içimde. Koskoca bir yazı; desteksiz, her şeye sıfırdan başlamak zorunda kaldığım bir dünyanın orta yerine tek başıma atılıvermişim gibi yaşadıktan sonra, kendime sarılıyorum yalnızca. Ve kapılarımı kapatıyorum, öyle sıkı kapatıyorum ki hem de; bir daha hiç kimse, hiçbir zaman benim yalnızlığıma adım atamasın.
Sonra aşağıdaki koya inip, derin bir suya usulca bırakıyorum demirimi. Mis gibi kokusuyla deniz, koyu lacivertten turkuaza doğru uzanıyor. Şöyle bir bakıyorum o güzelliğe ve bir kez daha büyüleniyorum. Tanrı’nın büyüklüğünü başka hiçbir yerde aramıyorum.
O derinlik hissi, an gelip ürpertiyor içimi. An geliyor iki koluyla kucaklamışçasına kendine çekiyor gövdemi. Kayıtsız kalamıyorum, teslim oluyorum suya. Sonra iskeleye çıkıp bu defa coşkuyla atlıyorum, balıkları kıskandırırcasına. Etraf, sessizlik ve hava kabarcıklarından ibaret bana özel bir dünya oluyor adeta. Şöyle bir burgu atıp dönüyorum dibe giderken, gün ışığı davetkar bir dilber gibi, yüzeye çağırıyor beni. Sonrası, nefes. Bir daha, bir daha, bir daha.
Kulaç kulaç soluyorum özlediğim ne varsa. Enginler ne içimdeki yangını söndürebiliyor ne de o kırgınlığı azaltabiliyor. Gündelik kaygılardan, bütün sorumluluklardan, iç içe geçmiş zamanlardan arınıp, incelikli bir kendimi koyvermişlikle denize akıyorum. Anlayana, anlayabilene yaşamak bir sınav aslında. Bir erdem, bir kemal, bir olgunluk imtihanından geçiyor insan. Fasılalar oluyor, fay kırılmaları, farklı hayatlar, düşler, gülüşler, başlangıç ve bitişler. Sonra insanlığın çocukluktan gençliğe, pişmeye, olgunlaşmaya, maddeden manaya uzanan yolculuğu başlıyor. Ardından kendi dünyasına çekilişler, usulca, sessizce, yorgun, bezgin ve umutsuz bekleyişler. Deyim yerinde ise, üstü kapalı bir havuzda, sadece burnumun suyun dışında kalabildiği, zar zor nefes alabildiğim, hatta ve hatta onu bile yapmakta zorlandığım zamanlardan geçiyorum.
Peki bize dayatılmış hayatın dışına çıkışımızı engelleyen görünmez çiti, o duvarları neden aşamıyoruz diye soruyorum kendi kendime. Aşka sığınıp sonumuzu, kaderimizi, başka birileri için var olduğumuzu, bir değerimiz olmadığı gerçeğini yok etmeye çalışırken, aşk da bize oyalanalım diye verilmiş kırık oyuncaklar mı aslında? Erişmemize izin verilen artıkların, kendi hayatımızdan çalarak yaşadığımız üç beş günlük kaçamakların bedelini koca bir ömürle öderken, neden kimse isyan etmiyor? Neden kaçmıyoruz peki? Aşkına sahip çıkamayan hayatına sahip çıkabilir mi.? İsyan etmeyen âşık olabilir mi? Aşk çığlık atmayı gerektirmez mi? Koyulaşan bir akşamın menekşe rengi duruluğunda bu sorulara cevap arıyorum. Bulamıyorum.
Av. Çiler Nazife KOŞAR / [email protected]
Yorum yazarak Haber Hürriyeti Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Haber Hürriyeti hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Haber ajansları tarafından servis edilen tüm haberler Haber Hürriyeti editörlerinin hiçbir editöryel müdahalesi olmadan, ajans kanallarından geldiği şekliyle yayınlanmaktadır. Sitemize ajanslar üzerinden aktarılan haberlerin hukuki muhatabı Haber Hürriyeti değil haberi geçen ajanstır.
Şimdi oturum açın, her yorumda isim ve e.posta yazma zahmetinden kurtulun. Oturum açmak için bir hesabınız yoksa, oluşturmak için buraya tıklayın.
Yorum yazarak Haber Hürriyeti Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Haber Hürriyeti hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Haber ajansları tarafından servis edilen tüm haberler Haber Hürriyeti editörlerinin hiçbir editöryel müdahalesi olmadan, ajans kanallarından geldiği şekliyle yayınlanmaktadır. Sitemize ajanslar üzerinden aktarılan haberlerin hukuki muhatabı Haber Hürriyeti değil haberi geçen ajanstır.