Geçmiş zaman özleminin daha çok değişimin hızlı olduğu zamanlara özgü olduğu söylenir. Hele de yaşanan değişim belirsiz bir gelecek duygusu veriyorsa, geçmiş zaman daha bir güzel görünüyor göze. Bir de geçmişin yoksunlukları değişim isteği doğuruyorsa, ortada daha karmaşık bir durum var demektir diye düşünüyorum.
Toplumsal gelişmenin bir aşamasında, çocuk sahibi olmayı ve ‘onların geleceklerini kurtarmayı’ çok önemsedi herkes. Bugün üç çocuk deniyor ama, biz onu, sonunun ne olacağı hesaplanmamış ‘resmi politika’ olarak düşünelim. Bu resmi politikaya uy, 3 çocuk sahibi ol; sonra bu çocuklar üniversiteyi bitirdiğinde hangi işi bulacak da hayatını kazanacak derdine düş. Kalkınma bu mu?
Resmi politikaların İkizdere’de, İkizköy’de yarattığı sonuçları unutmayalım, yok saymayalım. Yok sayılanlar oradaki köylüler, geçimleri, hayatları, gelecekleri; yanında doğa, doğal kalmış ne varsa o. “Asıl Datçalı biziz!” çokça dillendirildiği için belirtmek zorunda hissettim. Datça’da yaşayan herkes Datçalı, Kargı özelleştirme planı bunu daha açık olarak önümüze koydu. Özelleştirme sonucunda hepimize ait olan varlığın sahibi olacak olan kişi ya da şirket Datcalı mı olacak? Bu özelleştirme mülkiyet sahipliğinin ölçü olmayacağını gösteriyor bence. Öyle bakılırsa yerleşiklerin birçoğu ‘mülkiyet’ sahibi. Neyi karşılaştırıp çatışma sebebi sayacağız? Datça’nın yoksulları ezel-ebed yok muydu? Onlar insandan, Datçalı’dan sayılmıyor mu? Köyde doğmuş-büyümüş, kırk yıl büyük şehirde yaşamış biri olarak soruyorum, köylerin yoksulları hep yok muydu?
Gelişme denen şeyin medeniyet getirdiğini düşünenler değişim istiyor ama aynı zamanda geçmişe bir ‘nostaljik güzel günler’ anlayışı içinde bakıyor. Datça’nın üniversite okumuşlarından genç bir arkadaş bunu dile getirdiğinde sormak zorunda hissetmiştim: “Geçmişin yoksulluğundan, yoksunluğundan bir nostalji duygusuyla mı söz ediyorsun, ‘gelişme’ mi istiyorsun?”
Gelişme diyenlerin istedikleri Cumhuriyet’in kurulduğu yıllardaki teorileri, resmi modernleşme politikasını aklıma getiriyor: Batı’nın tekniğini alalım ama kültürü gelmesin, biz kendi kültürümüzle kalalım. Gelişme denen şey kendi kültürüyle, dünyasıyla geliyor, sadece para, refah gelmiyor. Para gelsin hayat tarzı gelmesin demenin mümkün olmadığının belirgin örnekleri, Alanya, Çeşme, Kuşadası, Bodrum… hepimizin önünde duruyor!
Savunulan Ne?
Kargı’ya sadece parası olanların, ‘zenginlerin’ tatil yapabileceği otel gündemde. Hep birlikte Datçalı olduğumuzu düşünmenin zamanı olduğunu gösterdi Kargı özelleştirme kararı. MUÇEP, çevreciler, kent savunması neyi savunuyor? Çeşitli anlayışların kendi anlayışları dahilinde yerliyi gözetmeyen ‘bir şeyleri’ savunmaya çalıştıklarını söylemek işin kolayı. Bir sorulmalı, bu insanların hepsi birden akıl dışı bir şeyle mi uğraşıyor? Böyle düşünülebilir, bakılabilir mi?
Kendilerini “Asıl Datçalılar biziz.” diye görenler de biraz düşünmeli bence… Hele de iktidar ve destekçisi partiler özelleştirme kararına karşı çıkışın genel kabul görmesini, yaygınlığını kırmak için planlarla ilgili yanıltıcı açıklamalar yapıyorlarsa, bahsettiğim düşünme daha bir zorunlu hale gelmiş demektir. Datçalı olmaya mülkiyet sahipliği üzerinden bakmanın çok sürdürülemeyeceğini Kargı özelleştirmesi gösteriyor. Hangi mantık dahilinde kendini asıl Datçalı sayıyorsun? Onca büyük, 128 dönümlük bir arazi tek parsel olarak ihaleye çıkarılırsa, o ihalede kim yarışacak? Zaten alıcısı hazırmış dedikodularını bir tarafa bırakalım; yapılan özelleştirme planları açıkça bunu gösteriyor. Hele de ‘yabancı’ ların (yurttaş olmayanların) mülkiyet edinmesine yasayla olur denmişse, hatta belli bir Dolar’ın üzerinde değere sahip gayrimenkul alanlara vatandaşlık tanınıyorsa, asıl Datçalılıktan nasıl söz edilecek?
Datça’da yaşayan, yabancı ya da yerleşik denilenlerin önemlice bir bölümü, Datça’daki köylerdeki yaşamı, buradaki yaşam tarzını kabul ederek, en azından veri kabul ederek buraya yerleşenler. Çok yıldızlı otellerin, pahalı sitelerin cebinde parası çok, paranın her şeyi satın alacağını düşünen sakinleri, o gözle bakmayacak, tatil yaptıkları, yılın küçük bir bölümünde yaşayacakları Datça’ya. Cebindeki paranın her şeyi satın alabileceğini düşünenlerin öyle bakmasını da beklememek lazım. Bunun böyle olduğunu yakın örnek Bodrum’dan biliyoruz. Maldivler gibi olsun diye kıyılarına mermer tozu dökülen, hepimizin ortak varlığı, ödediğimiz vergilerle sahip olunan Ortakent için bilimsel bakış, planlama ilkeleri, halkın ne istediği hiç dikkate alınmadan planı değiştirilip özelleştirilmek istenen, şehrin göbeğindeki son yeşil alanlardan biri olarak hepimize ait doğal alan kalan Bodrum.
Özelleştirmenin Getirecekleri
Niyetim kahinlik etmek değil; geldiği görünen şeyin tehlikesini dile getirmek. Bodrum Ortakent’teki Kargı’dan önce işleyen süreç durumu gösterecek ama, bunu gördüğümüzde Datça için geç kalınmış olacak.
Yapılan plan tadilatı iyidir diyen kaç kişi var yerli ya da yerleşik Datçalı? Bu sayının az olduğunu herkes bildiği için Hazine’ye ait parselle sınırlı olarak yapılan planlar Kargı’nın bütünüyle ilgiliymiş, yurttaşların sahip olduğu arazilerle ilgili planlarla aynı planmış gibi kafa karıştırıcı biçimde sunulmaya çalışılıyor. Oysa aynı plan değil; ortada iki ayrı plan var, biri özelleştirme, satma amaçlı. Araziye yapılacak otelin yeni iş olanakları yaratacağını düşünenler önlerindeki örneklere bakmalı bence; Alanya’da Kuşadası’nda, Bodrum’da otellerde kaç yerli çalışıp geçiniyor. Yoksa, köyünden yurdundan kopup oralarda yerleşmek zorunda kalan yoksullar mı çalışıp azıcık ücretle hayatını sürdürmeye çalışıyor.
Yoksulun refahını gözetti mi ’serbest piyasa’? Serbest piyasa denen şeyin, para sahibi az sayıda kişinin daha çok kar için her şeyi yaptığı bir cangıl olduğunu hepimiz biliyoruz. İnsan denen varlığın haklarıyla, refahıyla insan olduğu çokça unutuldu kırk yıldır. Ama hatırlayanlar var hala ve tabii ki onlar çok para sahibi olanlar değil.
Ülkemizde bunu unutan özelleştirme kamuya ait varlıkları haraç-mezat satma biçiminde gerçekleşti. Hazine’ye, yani hepimize ait gayrimenkullerin Özelleştirme Kanunu’nun kapsamına alınması da bu haraç-mezat satma mantığının bir parçası. Akla Düyun-u Umumiye’yi ve kapitülasyonları getiriyor. Kanun’a 2018’de eklenen, gayrimenkullerin Hazine’ye gelir sağlamak için satılması gerekçesi de bu fikri destekliyor. Otoyollara, köprülere, şehir hastanelerine milyarlarca lira ödemeye kudreti olan Hazine’nin hepimizin olan gayrimenkullerin satış gelirine ihtiyacı var. Zenginlerin daha zengin olmasını sağlamak, bunun için fedakarlık etmek hepinizin borcu deniyor bize, yurttaşlara. Biz hala yerli-yerleşik gibi yapay ayrımlar üzerinde tartışaduralım, sırtınıza yüklenen kambur orada dursun, sesinizi çıkarmadan razı olun deniyor. Razı olmayanların karşısına cop, biber gazı, gözaltı, pandemi yasakları… dikiliyor.
Buna razı olmuyoruz diyenler üç-beş çevreci mi? Onları yok saymak isteyen termik santrale karşı direnen, “Allah MUÇEP’ten razı olsun.” diyen Milas İkizköylüler üç-beş çevrecinin yalanlarına inandığı için mi söylüyor bunu. Kendilerine iş mi yaratmaya çalışıyor bu çevreciler? Bazıları uzun zamandır Datça’da yaşayan, sokakta, köyde gördüğü herkesi tanıyan, selamlaşan çoğu emekli bu insanların bir bölümü, Datça’da yaşamaya devam etmenin imkansız hale geldiğini, daha ucuz başka bir yere yerleşmek gerektiğini düşünmeye başladı. Bu mu gelişme, kalkınma? Bu göçün, yoksulluktan kaçmak, geçinmek için köyünden göçüp büyük şehirlerde iş peşinde koşmaktan ne farkı var! Paradan başka bir şeyi gözü görmeyen, daha çoğunu isteyen çok para sahipleri bunu istiyor belli de; vicdan sahibi olarak bu istenebilir mi?
Av. Güngör Erçil