TEK DÜŞÜNDÜĞÜM BURADAN KAÇMAK…
Batıya bakan penceredeki perdeyi kıyısında araladım. Avlu duvarının köşesindeki zincirde köpek ağlıydı. Kulakları kesik ala köpek arka ayaklarını altına toplamış, ön ayaklarını uzatıp başını koymuş yatıyor. Cam bibi parlayan kırmızı gözlerini sağa sola deviriyordu. Buradan atlayamam! Kuzeye bakan pencereye baktım. Üç beş iri taş vardı duvarın dibinde. Taşları birleştirir, üstüne çıkar, hızla hoplarsam atlarım duvarı! Samanlık, at, inek ahırı, koyun ağıllarından birine sokulur, gecelerim. Sabahın alaca karanlığında ekin tarlalarının içinde gizlene gizlene Ankara yoluna çıkarım! “Buldum! Bir kurtuluş yolu buldum!” diye heyecanlandım… Yatağa dönüp uzandım. Ellerimi başımın altına kenetledim. Tanrımın yardım etmesi için bildiğim duaları okuyup havanın karamasını beklemeye başladım.
Hiç bir şey düşünmemek kendi kendime güç vermek istiyorum. Kimi yatağın içine sokulup büzülüyor, kimi doğrulup aşağıya, halının üzerine düşer gibi çöküyorum. Sersemlemiş, uğultulu uyuşmuş gibiyim. Zaman zaman dalıp gidiyor, irkilerek, korkuyla uyanıyorum. Evin bana yakın olan kadını ara sıra elinde tepsiyle geliyor, avutucu bir konuşuyor:
“Bir şeyler ye. Olan oldu artık. Kendini yıkma. Gençsin…”
Dese de yiyemiyorum. Yalnız kalınca kaçış planım, açık almış çeşme musluğu gibi akıyor kafamın içinden. Kaçmak, Kırlara, tarlalara koşmak, ıslak ot kokularına sığınmak! Gayri beni kimse anlamaz!…
Yavaş yavaş işte akşam oldu, gelen var, Kendisi olmalı. Gaz lambasını yaktı. Yatağa kadar geldi. Üstüme eğildi. Uyuyorum sandı, dokunmadan gitti. Yüreğim korkuyla tıkanacak kadar doldu. Usulca kalktım Bir süre aklım başımdan gitti. Deli gibi dolandım odanın içinde. Pencereden dışarıya baktım. Karanlık iyice çökmemiş daha. En iyisi yatsıyı beklemek! Yatsı namazı uzun sürer. İmam kıldırana kadar bir yerlere sokulurum! İkinci kattan nasıl atlamalıyım? Yine bakındım. Yorgandan başka kullanacağım bir şey yok! Heyecanla birlikte korkum kabarıyor! Kapıya gittim. Anahtar deliğine koydum kulağımı. Aş damından mırıltıları geliyor. Yatağın yanına geldim. Yorgan büyük, ikiye katladım. Dürdüm, büktüm. Pencerenin yanına getirdim. Perdeyi çekeledim yarıya kadar. Camın birini açtım, sığmadı. Atamadım aşağıya. İkinci camı açarken bir el kolumdan tutup çekti, bir kaç yüreği varmış da her yanımdan çarpıntılar taşmış gibi bedenim yığıla kaldı oraya!
“Ne yapıyorsun? Aklın mı kaybettin yoksa? Hey Allah’ım! İyi ki gelmişim!” diye söylendi fısıltıyla şalvarlı kadın.
Yorganı yerine koydu. Pencereyi perdeyi kapadı. Beni elimden tutup yatağa yatırdı. Kendisi de ilişti yanı başıma. Ellerimi avucunun içine aldı.
“Camiden gelmedi daha. Kendisi görseydi…” Kara gözlerini iri iri açtı. “Sakın haa! Bir delilik yapayım demeyesin! Sabret bakalım. Dün bir bugün iki… Şöyle aradan bir zaman geçsin. Hak var hayırlısı var!” dedi titrek bir sesle. Sonra sürdürdü: “Beni de senin gibi kaçırttığının haftasında helaya gideceğim dedim ve gece kaçtım. Tarladan tarlaya koştum… Koştum! koştum! Ekinlerin içinde yata kalka, yemlik çıtlık, devetabanı, gelincik yiye yiye ikinci günü geceleyin babamın evine düşebildim! Beşinci günü baskın yaptırdı. Ağabeyimin evinde buldular. Vermek istemeyince silah çektiler. Kurşunun biri koluna girmiş ağabeyimin. Dirsekten sakat kaldı. Dışa doğru çolak çolak durur. Canımız yanıyor ama çaresiziz”
Avcunun yumuşaklığı, ana kucağının, ana yüreğinin ısıtan sıcaklığını taşıyor… O anlattıkça çaresizliğim omuzlarıma yığılıyordu…
KÜÇÜK KUMA OLDUM
Yorganı başıma çektim. Düşünceye daldım. İki gündür bana şefkatle sarılan bu kadının öyküsünü köyümün kadınları konuşurken, duymuş çok üzülmüştüm. Onun da üvey anası bizimki gibi zalimmiş! Onun küçük “ kuması” olacağımı dünya yerinden oynasa düşünemezdim…
O da benim şimdiki yaşımdayken sevdiği delikanlıyla nişanlıymış. Üvey anası nasıl yapmışsa yapmış para karşılığı bu ağaya gizlice kaçırtmış. Bunları duydukça ona inanmam gerektiğini anlıyorum! Yatağa uzandım… Bulutlu bir gökyüzü gibi kafamın içi. Bir kapanıyor bir açılıyor. Dershanem, öğrencilerim, özlediğim okulum çok derinlerde şimdi. Bir düş bile olamıyor…
Ertesi günü kuşluk vaktinde geldi kadın. Beni başka bir odaya götürdü. Karşılıklı konulmuş iki divan, yerde serili küçük bir halı, batı ve güneye bakan iki penceresi var. Divanın altından çamaşır sepetini çekti. Basma şalvar, çorap alıp giydirdi. Tülbenti bağlayınca: “Başını açma emi!” dedi. Saçlarımı toplayan tülbentin mavi boncukları boynuma değiyordu soğuk soğuk. Usulca: “Burada yatayım abla. O odadan korkuyorum!” diyebildim. ‘Vah zavallı vah!’ der gibi baktı yüzüme. Dişleri gıcırdadı. O da getirilişinin, ilk günlerini hatırladı belki de. Giderken umutsuz bir hastayı avutur gibi yavaş bir sesle:
”Kendisine söyleyim…”dedi.
Divana uzandım. Biraz sağ biraz sol yanıma dönerek, oturup kalka akşama kadar yattım. Bir tıkırtı olsa, yüzümü yastığa kapıyorum. Bu odanın kara perdeleri de kapalı. Karanlık gitmiyor… Yüreğimde kocaman bir değirmen taşı ağırlığı var! Bir zaman sonra geldi kadın.
“Kalk da, yemeğini ye.”
Elindeki tepsiyi önüme koydu. Önlüğünün cebinden kibrit çıkarıp yaktı lambayı. Bir kaç kaşık pirinç çorbası, birkaç lokma da ekmek alabildim. Kadın gidince kalktım. Lambanın fitilini kıstım. Perdenin kıyısını araladım. Akşamın karanlığı iniyor köye. Evlerin küçük pencerelerinden görünen ışıklar ölü gözüne benziyor, öylesine soluk. Baba evimiz; şimdi bulunduğum evin batısında olacak. Babam ya da kardeşlerimden gelen olmuş mudur acaba? Gelseler bile aramazlar! Ah ah! O cadı kadın öyle anlatmıştır ki onlara; kendimin kaçtığıma inandırmıştır! Dahası, duyup soranları, gelen gidenleri de… Gözüm köyümün yolunda. İçimdeki hıçkırıklar kaynamaya başlıyor. Babam herhalde, “kendini mesleğini lekeledin!” diyerek lanet okuyor. Kardeşlerim yumruklarını sıkmış, ellerini kollarını, sallayarak üstüme üstüme yürüyorlar sanki karanlığın içinden. Korkuyorum! Perdeyi kapatıp oraya çöktüm. Ellerimi dizlerime vura vura ağladım sessizce…
Getirildiğim günden beri dışarıya çıkarılmıyordum. Daralıyordum da. Oturduğum yerden kalkıp pencereye vardım. Güneş Karadağ’ın eteğindeki köyümü alevlendirmiş, çıplak tepesini, yamaçlarının ucu kızıla boyanmış. Yeryüzü, analığımın insafsızca kıydığı Aslanköylü öğretmen kızın öyküsünü gökyüzüne yazıyordu sanki… Hiç silinmemecesine…
Ertesi günü yine geldi şalvarlı kadın. Bir şey söylemeden elimden tutup çekti. Ağanın odasına giderken vücudumun hiçbir yanı benim değildi, etle kemikten oluşmuş bir külçeyim!
“Buyur Ağa!” dedi zor duyulur sesle Ağa’ya:
“Üstündekileri çıkar!” dedi.
İsteneni yaptım. Beyaz, ipek iç çamaşırı , yeşil kadife elbise, ayakkabı, çorabı giyince sol koluma, kırmızı kurdeleye dizilmiş beşibiryerdeyle liraları, parmağıma kulağıma da elmas takınca, “Kaldır başını da şöyle bir bakayım!”
ARIDAN BAL ALMAK
Tepeden tırnağa süzüp keyiflendi. “ Arıdan bal almasını bilirim canım!”
Kadına döndü: bu gelini götür, büyük ablasıyla kızlarının elini öpsün! Hem görsünler Ağa babaları nasıl bir ceylan avlamış!” Kadın “olur” yaptı başıyla; Bana da “gel” dedi. Tuttum elinden. Önde o, arkasında ben, yürüdük. Elimi sıkarak bana güç veriyor kadın. Aşağıya inince, merdivenin bitiminde ki açık kapıdan girdik. Büyükçeydi mutfak. Hasırın üstünde kilim döşeli. Duvarların dipleri sekilenmiş. Döşekler atılmış hasır yastıklar sıralanmış. Kapının karşısında oturan kadının ayakları öne doğru uzanık, elleri göbeğinin üstünde bağlı, öne arkaya sallanıyordu hafiften. Sağında solunda oturanlar da kızları olmalı. Önüne varıp eğilince elini uzattı isteksiz. Öptüm ben de öylesine. Kızlarınınkini de öpünce, kapının yanına diz çöküp oturdum. Yere indirdim gözlerimi. Acıların kökleri yüreğimin çok derinlerine saplanmışçasına sıktım dişlerimi. Ne sorar ne söylerlerse cevaplamayacağım. Ölüm sessizliği vardı sanki. Onların karşısında idamlık suçlular gibi oturuşuma eriyorum! Beni getiren kadın, giriyor çıkıyor ocağa kerme koyuyor, bir şeyler yapıyordu. Öyle ne kadar kaldım bilemiyorum. Şalvarlı kadın sokuldu:
“Gel benimle…”
Çıktık yukarıya. Divana attım kendimi! Sırtüstü uzanıp ellerimi kapadım yüzüme. ‘İpekler, kadifeler giydirilip, altınlar elmaslar takılıp bedenim örtüldü. Ya kalbim, şimdi savunmasız, çırılçıplak! Üşüyor! Uçuruma uçar gibi. Sözcükler de örtemiyor üstünü! Kalbi; insan sıcaklığı örter ancak! Elbiselerin güzelini sevgi giydirir, şu bulunmaz HİNT kumaşı olur. Evleri dayayıp döşemek kolay… Koltukları, duvarları, pencereleri kaplamak… bedenlere kıyafet bulmak ta kolay… Kalp böyle giyinmeyi sevmezmiş! Ah, kalbim…Ne kadar savunmasız, ne kadar çıplaksın… Kalın kaba kumaşlardan inciniyor, özensiz sert giyecekler dar geliyor… Her şeyin sesi işitiliyor, kalbinki işitilmiyor… Sonra uzaktaki sevgili… Sonra göz gözyaşı… Sonra… Uzakta bir köy mezarlığı. Durmadan yakınlaşan… Kalbi en güzel AŞK giydirip kuşatıyormuş…
Boynuma takılan zinciri koparmalı, beynimde açılan sayfayı kapatmaya gücüm yetmeli…
O sabah uyandığımda kendisi yoktu. Perdenin kıyısını az araladım. Gök yüzü bulutlu, kurşuni. Başım biraz ağrıyor, içim titriyor. Güneş aydınlığını benim için kısmış sanki. Her şeyi unutmalıyım. Kalkıp giyinmek, okuluma gitmek istiyorum… Burkulup kaldım sessizce. Ben yaşamıyorum…
GÖKBAYIR
Gökbayır, dedemin ilk köyüdür. Yıllar öncesi sürülerini otlata otlata gelirler buralara. Dedem, ilkbaharın ucu görünür görünmez, sürüsünü önüne katar, güde güde gider, yazını güzünü buralarda geçirir, dağların başına kar düşünce Aslanköy’ün yolunu tutar. Yalnız dedem mi? Koyun sığır sürüsü, at yılkısı olanlar da.
Bakarlar görürler ki böyle gidip gelmekle olmayacak; Sekiz on hane, otuz kırk nüfus taşı taşa başı başa koyarlar. Önünde küçük kaynağı olan bayır düzlüğüne koyunlarına ağıl, at ineklerine ahır, sonra da yaz kış oturacak ev yapıp ocak tüttürmeye başlarlar. Böylece köy kurulmuş olur. Bayır ve düzlükteki taş kayalar göğümsü göğümsü olduğundan adını GÖKBAYIR koyarlar. Çevre köylerden (Göçmen, Çerkeş, Türkmen) gelip yerleşenler köyün nüfusunu “muhtarlık” olacak sayıya getirirler. On- onbeş yıl öncesine kadar bozkır olan toprakları sürüp ekmeye başlarlar, Dinç olduğundan ekenin yüzünü güldürür.
Dedemden kalan ev, köyün batısında ve kasabaya giden yolun üstündeydi. Büyük avlusunda, yan yana üç odası, ahırı, samanlığı, fırını, ambarı her düzeni vardı. Çift sürmek, ekin ekmek, harman kaldırmak için geliyorduk buraya. Bu toprak ağasını önceleri duymuştum. Geçen yaz da bize gelmiş, alacak verecek senetleri, banka tapu, hükümetlik evraklarını babama kontrol ettirirken Sunduğum kahveyi yudumlarken, beni aç kurtlar gibi süzmesine kızmıştım.
KURBAN
Getirilişimin yedinci günüydü, sabah sofrasında kalktı Ağa, kapıdan çıkarken arkasına bakmadan seslendi.
“Öğretmen gel benimle!“
İşitmezden geldim. Köşede oturan Birinci kadın:
“Kime nazlanıyorsun aç köpeğin kızı? Gitsene!” diye çıkıştı
Gideyim diye adımımı atmamla sendeleyip düşmem bir oldu. Bir elimi duvara, diğerini yere verip kalkabildim. İçerde oturuyordu kadınların dördü de. Kendimi toparlayıp dışarıya giderken öfkelendi büyük kadın:
“Oğluna eli kınalı, telli duvaklı gelin almış gibi kurban kesiyor ağzına sıçtığımın çobanı! Köpek nefisli herif! Kadın olsun da, çapaklı, kokar, (pis) deli olsun isterse… Irz namus tanımaz!”
Başım döndü yine. Kapının koluna yapıştım Söylenenleri kabullenemiyorum!
Seslendi ikinci avludan yine: “Öğretmen gel!” Başımı yere düşürdüm. Kimseyi görmek, görünmek istemiyor, yerdeki taştan topraktan bile utanıyorum. Avlu kapısının az ilerisindeki ağılın önünde durup etrafa bakındı. Elinde değneğiyle biri geliyor. Yaklaşınca Ağa: “İlyas, ağıla gir, içerdeki koçlardan birisini tut!” buyurdu.
“Olur, ağam!” deyip daldı ağıla adam.
Bana döndü, yumuşak bir sesle açıkladı:
“Vaat etmiştim, şöyle gönlüme göre, tahsilli malıma mülküme akıl defterliği edecek birisiyle evlenirsem, kara gözlü koç keseceğim diye. Kıymetini bil! Evdeki cahillere fırsat
verme!”
Sol yanımı ağılın taş duvarına yasladım, başımın örtüsünü indirdim yüzüme.
Ayağımın ucuna bakıyorum. Koçu kesecek adam:
“Dur mübarek hayvan, dur! bana da kendine de zorluk çıkarma!” diyen sesi, ayak tıpırtıları geliyordu içerden. Hayvanın başından tutmuş, sürükler gibi getiriyorsa da, koç çıkmak istemiyor ağıldan. Söyleniyor yine: “Yürü be mübarek!” Boynuzundan çekti bir daha. Koç direniyor gerisin geri ağıla girmek için. Ağa da kuyruğundan ittirince yürüdü. Dutun dibine getirdiler.
”Türkmeeen!” diye seslendi eve doğru Ağa. Çıktı kadın. “Kurban bıçağıyla bileğiyi, ipi de getir!”
Mandanın ahırına gitti. Çabucak döndü kadın. Kendisi de getirdiği küreği verdi kesiciye. Taşsız, yumuşak bir yer aradı küreğin ucuyla, bastırdı ayağıyla toprağını, yanına koydu çukurun. Koç’un kanını alacak kadar kazdı yuvarlakça. Boynu çukura gelecek şekilde devirip yatırdı., Ayaklarını bağladıktan sonra hatırlattı kesici: Niyetinizi yapın ağam!”
Beni sırt tarafına çöktürdü ağa. Sağ elimi üstüne koydurup okudu duasını. “Allah kabul eyleye!” Döndü kıbleye. Tekbirini getirince, Kesici bıçağı boynuna çalmak için koçun üstüne eğilirken gözlerimi yumdum. Me… diyecek oldu Koç, diyemedi. Dayanamadım, kalkmak istedim, izin vermedi Ağa.
“Kalkma! Kaldırma elini de! Adağım yerini bulsun. Senin için kesiyorum!”
Çöktüm yerime…Kesici yüzdü, usulüne göre parçaladı. Et kan kokusu alan köpekler ayaklandı. vızıldanıp kuyruk sallamaya başladılar. Kesici paylarını attı önlerine.
İkinci kadına tembihledi:
“Hava sıcak, tez ağırlaşır et! Kimlere verilecekse ver de gel! Ağanın evlenme adağıdır diye de söyle!” /
DEVAM EDECEK
ÖĞRETMEN BENİSA isimli 3 cilt kitabı temin etmek isterseniz: