İMAMEVİ OKULUM DİNLENCEYE GİRİYOR
Öğrencilerim, ders yılının son gününde coşkuluydular. Sınıflarını geçmişlerdi. Yalnız, birinci sınıftan Melek, Bekir, Osman’ı gelecek yıl daha çok çalışacakları sözüyle geçirmiştim. Birbirimizle esenleştik, iyi dinlenceler diledik. Ellerinde karneleri, renkli kelebekler gibi kanatlandılar, yok olup uçtular çiçeklerim…
Derslikte yalnız Sabri kalmış. Sırasına oturmuş, masasına kapanmış ağlıyor! Beş ay öncesi anası ölmüş, en büyüğü on üç yaşında sağır ve dilsiz ablasıyla 6 kardeş dökülüp kalmışlardı. Yoksullardı. Üvey ana da bulamamışlardı daha. Anası öleli benden ayrılmıyordu Sabri. Yanına varıp başını kaldırdım, gözlerini sildim. Yüzünü yıkadım, bağrıma bastım. Onu rahatlatacak sözler söyledim. Yaşları durmak bilmiyordu. Kucakladım, öptüm. Elinden tutup evine dek götürdüm. Bundan sonra varlıklı birinin kapısında ya çoban ya da hizmetkâr olacaktı! Ve onların hiç günahı yoktu.. bizlerin de yoktu. Acıyla burkuldu yüreğim. Öğretmendim ama, beni kuşatan çemberi kıramıyordum. Çözümsüzlükler denizinde yüzüyordum. Ablam ve öbürleri kendilerine göre haklıydı. Ne ki ben bile bir şeyler yapamıyordum. Bu küçücük çocuk ne yapsındı yazgısına karşı. Bu, büyük bir haksızlıktı. Dünyanın adaleti bizim bildiğimiz gibi işlemiyordu.
İmamevi okulumda, dersliğimde tek başıma kaldım şimdi. Geleceğime ilişkin kaygılarım hiç bitmiyordu. Bir çıkış olmalıydı. O sıra Rabiye geldi, arkasından da bebeklerinin ‘isim anası’ olduğum gelinler… Kaygılarımı dağıtır gibi oldular. Oturup konuştuk. Sevdim bebeklerini. Ama, birine de bir kuruşluk bir şey veremedim.
Arkaçlılarla iyi anlaşıyorduk. Onlardan ayrılmak güç geliyordu bana, ne ki umarı yoktu…
Rabiye’yi çok özleyecektim! O da beni özleyeceğini, ziyaretime bebeğiyle geleceğini söylüyordu. Bebeği; kara gözlü, kara saçlı, anası gibi yüzü benli benli, yumalacıktı.
BİRİNCİ TUZAK
Analığım, daha gün doğmadan başıma dikilmiş, her zamanki tavrıyla uyandırırken batırıyordu iğnelerini:
“Kızlar, gün doğana kadar yatmaz böyle! Oh oh, hanım oldun gayrı! Anan turp, baban şalgam, nerden oldun gülbeşeker! Kalk kalk!”
Gözlerimi ovuşturup uykudan sıyrılmak istedim. Dün okulumdan ve öğrencilerimden ayrıldığıma üzülmüş, geceleyin pek uyuyamamış, sabaha yakın dalmıştım. Toparlanıp giyindim. Arkasından indim.
Babamın evde olmadığı gün, işler bitmeden sabah sofrası kurulmazdı… Dutun altına bağlı köpeğin yalını verirken geldi:
“Bana bak! Evlerin altı üstü kaldırılıp çırpılacak! Dibi köşesi süpürülecek! Avlunun da içi dışı… Ona göre!”
Sesinin azarlayıcı tınısı hiç değişmiyordu. Dönüp girdi eve. Kümese yürürken köpek yalını şapırdatıyordu. Kümes kapısını açmamla gıdaklaşarak üstümden atlamaya başladı tavuklar. Günün ucuyla kapıları açılmayı, yemlenmeliydiler. Geç kalınırsa öfkelenir, gagalarlardı böyle.
Ah ne iş, ne iş! Kilimler, keçeler, altlarındaki hasırlar silkelenecek… İki de soba. Üç oda aşağıda, üç de yukarda. Bir de konukevi. Kardeşlerim de yok! Yardım etmek için komşu kızlarını çağırsam istemez. Sırtına sarılan amansız yükü, gideceği yere değin taşımak zorunda olan çöl devesiydim… Yukarıdan başladım. Sobayı söküp balkona çıkardım. Yen minderleri, maket yastıkları, kilimler, rafta dizili porselen tabaklar… Her yeri silip süpürünce eşyaları yerleştirdim.
İşleri bitirince, parmağını tükürüğüyle ıslatır, istediği yere sürer bakar, toz bulaşmışsa yüzüme çalardı.. Denetmenler denetmeniydi! Yatak odasına başladım. Eşyaları kaldırıp indirirken dizimi destek yapıyordum. Yanık yeri acıyordu. Öğleye doğru bitirebildim yukarısını.
Analığım, sokağa sabahtan gitmişti. Evden eve gezer, istediği zaman gelirdi. Ahırdaki buzağılar böğürmeye başlamışlardı. Yem, su istiyorlardı.
“Gelse de bunlara bari baksa!” diye söyleniyordum.
Açlıktan içim bayılacak! Akşamdan kalan patates yemeğini kaşıkladım. Ardından aşağıdaki oturma odasına daldım. İşler önümden kayıyor ama, öfkemden nasıl yaptığımın ayırımında değilim. Dişlerim gıcırdıyor… Bazen de doluksuyordum, gözlerimi kırpıştırınca, düşüyordu damlalarım tıp… tıp…
Buzağıların böğürüşleri hızlandı. Koştum ahıra. Kapıdan girince başlarını bana çevirdiler, koca gözleri iyice açılmıştı. Samanı, yemi yemliğe dökerken avurtlamaya başladılar hemen. Çeşmeden su getirip tek tek içirince işlerin başına döndüm…
Hangi eve çöreklendiyse, ikindiye doğru geldi. Elleri kıçının üstünde bağlı, yukarıyı, aşağıyı gözden geçirdi, sonra aşevi kapısının eşiğinden:
“Kız dediğin böyle olmalı işte!” dedi.
Alaycı gülüşüyle övüyordu sözümona:
“Vay kahpenin doğurduğu vay! Gümüş gibi parlatmışsın her yeri! Okumış insan başkadır canım!”
Keyiflenmişti, üstünlük taslamadan, eziyet vermekten büyük bir tat alıyordu. Sanki ben bir sabır sınavından geçiyordum. Çıktı gitti sokak kapısından. Nereden çıkmıştı bu dip köşe temizliği? Evleri her Pazar temizliyor, iki haftada da kilim – keçelerini kaldırıp silkeliyordum işte. Gözüne karaltı oluyordum ki; kafasının yettiği yerde, ne zorluk varsa önüme yığmaktan zevk alıyordu.
Enstitüde; hocalarımızın “atasözleri açıklatmaları”nın içeriğini şimdi daha iyi anlamıştım. “Bir ananın doğurduğu, başka anaya ucuz olur” deyişi vardı ki, tam bana göreydi, benim için söylenmişti!..
Gün batıya akmış, işler bitmiş, ben de bitmiştim. Ocağın külüne gömülü ibriği aldım. Ekmek damına gittim. Leğene girip suyu tepemden döktüm. Tozum aksın. Islandım kurundum gibi bir şey oldu. Vücudum soğudukça yorgunluk çökmeye başladı. Etlerim acıyor, kemiklerim birbirinden ayrılıyor, her yanım dökülüyordu… Üvey anamın gelmesini bekleyemeden kardeşlerimin yatağına düştüm…
Gecenin neresindeyim? Uyudum mu, uyuyamadım mı? Üstüme ejderha mı çöktü? Altından kalkamayacağım ağırlıkta, mezar taşı gibi bir şey var! Kımıldanamıyorum da! Çenem dikenli telle bağlanmış gibi ses çıkaramıyor, gözlerimi de açamıyorum! Korkunç bir karanlığa mı gömülmüş gece?.. Yalnızca yorganın üstümden alındığını hissediyorum! Soğuk, sert bir el gömleğimin altında, göğüslerimi avuçlamaya saldırıyor, kavradığı yerime de ucu sivri demirler gibi batıyor! Gerçek mi, düş mü? Yoksa, şeytan ecinni dedikleri mi üstüme çöken? Anlayamıyor, çırpınıyorum! Kara ağırlığın altından bir kalkabilsem! O yana, bu yana dönmek istiyorum! Ellerim ayaklarım bağlanmış mı? O soğuk ve dikenli el, bedenime ucu sivri demirlerini batıra batıra karnıma, bacaklarıma doğru kayarken bir anda yıldırım çarpmışa döndüm. Nasıl kalkabildiğimi anlayamadan kendimi dışarıda buldum. Tortop olmuşum oracığa!.. Ayak sesleri avlu kapısından çıktı, uzaklaştı. Pat pat pat! Yüreğimin çırpınışı, göğüs kemiklerimi kıracak kadar hızlı, soluğumu zor alıp veriyordum!
“Anne! Anne” diyebildim boğnuk boğnuk!
“…….”
Ses yok! Kokumdan, vücudumun hoplatır gibi titreyişinden merdivenleri çıkamıyorum. Bedenimi, kafamı toparlamaya çabalıyorum. Yukarıda, kendi yatağımda yatsaydım ya? Kapıların sürgüsünü çekmemiş miydim? Köpek niye havlamadı? Oysa ki, gecede çöp bile kımıldatmazdı!..
Olan gücümü toparlayıp: “Annee! Annee!” diyebildim.
“……………”
Yine ses yok! Duymadı mı ki? Duymaz olur mu hiç? Umudumu kestim. Emekleyerek geri yatağa döndüm. Kapıyı kapattım. Sürgüsüz kilitsizdi kapı. Yorganı başıma çektim. Az sakinleşmiştim. Gelenler kimdi, birileri kaçırmaya mı gelmişti? Çok yorulunca uykuda karabasanlar mı çökerdi? Yoo… hayır hayır! İnsandı! Sabah olsa bir!.. Horoz da ötmüyor!.. Ezan da okunmuyor!.. Sabah olsa… gün ışısa…
“Kıızz! Kıızz! Kalk!”
Onun sesi. Yataktan sıyrıldım. Suçluymuş gibi başım önüme düşüverdi. Giyinmiş, kokusunu sürünmüş. Karşımda durdu. Kaşları çatık, yüzü karargın:
“Kız orospu! İki günlük öğretmen olmaynan neler getirdin başıma kız? Gündüzü koydu da gece başladı sevdiklerin gelip baskın yapmaya!.. Öküz gibi de uyursun! Kalkıp da kovalamasaydım, görürdün gününü şimdiye kadar! Bacaklarını ayırır …..nı yırtarlardı orospu! Karşımda böyle durmayı görürdün!” diye bağırıyordu.
Sesi; ağzını havaya açmış uluyan canavarın sesini andırıyordu. Hiç susmuyordu.
“Baban gelir elbet! Bey, kızı okuttun ya başımıza iş açar, bizi de ar namus deresine düşürür. Boğulamayız, ölemeyiz de diyordum! Şimdi duysun da görsün bakalım inanıp güvendiği kızını! ‘Benim çil kekliğim, ordunun içinde de olsa kendine mukayyet olur’ demeyi! Şuna bak hele! Ben olmasam, baba evinde erkeklerin koynuna girecek!”
Tükürükleri saçılıyordu ağzından… Olduğum yerde taş kesildim. Dizlerim titremeye başladı, vücudumu ayaklarım çekemeyecekti, çöktüm oraya. Gözlerim, yerde serili hasıra takılı, kafamın içinde soru şimşekleri çakmaya başladı…
Babama söylerse. Söyler mi acaba? Yok, yook! Söyleyemez. Söylese bile o da, ‘Kapılar kilitli değil miydi, köpeğin zincirini çözmedin miydi, kız yanında yatmıyor muydu?’ diye soru yağmuruna tutardı ki sıkıysa yanıt getirsin! Kendisi suçlu olacağından ağzını açamazdı. Seyfi Ağabey’i anımsadım. Onu söylememişti. Onun köpüre taşa kaynayan kazan gibi damlacığının düştüğü yeri yakan sözlerini duymayım diye zorla kalkıp ahıra gidebildim. Yem, su bekleşen ineklerin arasına sokuldum. Giysimi çıkardım. Vücuduma baktım korka korka… Kızarık yerler vardı ya, iki üç güne dek geçerdi. Çünkü bir yerimde yara bere olursa suçsuzluğumu kanıtlayamazdım… Kardeşlerim de yoktu burada. Alçak kadın hep bugünleri bekliyordu!
ARKASI YARIN / DEVAM EDECEK…
ÖĞRETMEN BENİSA isimli 3 cilt kitabı temin etmek isterseniz:
HURİYE SARAÇ: 0533 779 06 06 – 0 236 715 47 70
HURİYE SARAÇ VE KİTAPLARI HAKKINDA AYRINTILI BİLGİLERE AŞAĞIDAKİ LİNKTEN ULAŞABİLİRSİNİZ…
www.huriyesarac.net