BİR KARANLIK, BİR KARANLIK!…
Kocaman bir odada tahta bir karyoladaydım. Demir bir pençe yüreğimi sıkıyor, hiçbir şey hissetmiyor, yuvasında tecavüze uğramış bir hayvan yavrusunun çaresiz korkusuyla büzülüyor, küçülüyor, çırpınıyordum. Kafamı, vücudumu toparlamaya çalışıyordum. Bir süre sonra debelenir gibi yataktan kayıp karyolanın önüne çöktüm. Ellerimi yüzüme kapadım. Yüzüm ateş gibi yanıyor! Her yanım bir mezar sessizliği… Kafam bedenim parçalansın, öleyim… Saçlarımı yolmanın, dudaklarımı ısırarak parçalamanın, faydasızlığını bile bile, tırnaklarımı göğsüme geçirip koparmanın, bir mengenede sıkıp ezmenin yolunu arıyor, bununla da kalmayıp yüreğimi yerinden çıkarıp kendi elimle durdurmak istiyordum!
Gözyaşlarım, ince ince sızan çeşmenin kurnası gibi, dinmek bilmiyor. Zorla kaçırıldığım kim? El değmemiş körpe bedenimi, duygularımın kozasını yüreği hiç titremeden parçalayan kim? Bu hale düşüşümü anlayamıyorum… İçime dolan hıçkırıklarla iniltilerim beni sarsalayarak dışına taşmaya başladı… Kapı çaldı. Birisi girdi. Örtüldü kapı. Ayak tıpırtısı usul usul geldi durdu yanımda. Daha da büzüldüm. Çekti kollarımı. Açmak istedi. Açamadı. Boynuma sarılınca hıçkırığım derinleşti. Şimdi ikimizde ağlıyorduk! Gözlerimizin yaşı birbirine karışıyor. Gelenin kim olduğunu bilmiyorum. Önlüğünün eteğini kavrayıp gözünü sildi. Acıyan dokunaklı bir sesle benimkini de sildi.
“Kalk! Ilık su getirdim! Gusülhaneye gir yıkan da kendine gel…”
Başımı bile kaldıramadan utana sıkla doğruldum. Odanın bir köşesinde su dökündükleri gusülhaneye girdim. Çıkıp elbisemi giyince sarıldı bana. Bir zaman ağlaştık acı acı! Sonra önlüğünün ucuyla gözünü sildi yine, benimkini de.
“Sus ağlama, sus! Ağanın bir kızla evleneceğini hiç bilmiyorduk! Adamları seni baygın halde getirince şaşırdık!”
Saçımı havluyla kurulayıp örerken de çocuğuna öğüt verecek ananın yanık sesiyle söze başladı:
“Söyleyeceklerimi iyi dinle, kafanın içine de yaz! Bu evin üçüncü kadını oldun gayrı. Bu evde benden başkasına inanma, güvenme, Ağa kocana da!…”
Gerçek başıma vurdu. Hıçkırığa boğulunca omzumdan tutup sarsaladı beni. Sonra sürdürdü sözünü: “Bundan tam on yıl önceydi. Aynı bu geceki gibi zorla kaçırtmıştı beni de! Üvey anam vardı senin gibi. Bunun elinden dilinden kimse kurtulamaz! Kel kafasına düşeni yapar!”
Bir “ oh” çekti.
“Olan oldu bir kere, her şeyin oluruna git. ‘Okudum, ben bilirim deme! karşılık verme! Nereye, kime gidersen git, kurtulamazsın bu moskof adamın elinden! Senin anlayacağın, adamları var Yörük köyünde. Bir selamına geliyor, ağalarının isteğini yapıyor, ceplerini doldurup gidiyorlar. Ne zalimdir o!” Sarar gibi ellerimi tuttu: “ Ağlama! Ağlasak neye yarar gayrı? On yıldır ağlıyorum ben! Kara yazgımıza razı olmaktan başka çaremiz yok bacım! Bu günden sonra ikimiz bir olalım. Söylediklerimi dinlersen iyi olur!”
Yatağa yatırıp örttü yorganı: “Bana yazık olduydu, sana daha yazık oldu! Öğretmenmişsin de…” dedi giderken.
Bitkinim. Karabasanlar içindeyim.. Gerçeğin korkunçluğunu, düşünemeyecek kadar güçsüzdüm, yumdum gözlerimi sıkı sıkıya…
DİZLERİMİ KARNIMA ÇEKTİM…
Yaşam beni hukukun, yaşamın hiç tanınmadığı günlerin akışına sürükledi… Dokuz mayısı on mayısa bağlayan gecede, baharımın renkli tablosu kırılıp döküldü. Oysaki sekiz yıl öncesinin dokuz mayıs günü, Çifteler Köy Enstitüsüne (Eskişehir) alınmıştım. Titreyişim hafifleyince ateş bastırdı. Yorganı bir yana iterken açıldı kapı. Aynı kadın… Dizlerimi karnıma çektim, döndüm sağıma yüzümü kapadım yastığa, ellerimi apış arama sokup büzüldüm. Baş ucuma geldi. Omzumdan tutup kaldırdı, kendine doğru çekti. Yastık dayadı arkama. Küçük tepsiyle çorba tasını önüme koydu. Buruk, acılık taşan sesimle:
“Yemeyeceğim…” diyebildim.
Üsteledi, yumuşak bir sesle:
“Yiyeceksin! Burası el kapısı, hem de başka el kapısına, başka kocaya benzemez! Babanın evi de değil!”
Bir kaşık alabildim sütlü çorbadan. Gördü ki yiyemiyorum, aldı götürdü.
“Şu gripini yut da ağrıların azalsın biraz!”
İçirdi hapı. Ellerime bağladıkları ipler, bileklerimin derisini derince sıyırıp kanatmış. Merhem sürerken söyleniyor:
“Bunlar, merhamet duygusundan yoksun gelmiş dünyaya!
Yatağa yatırıp yeniden örttü yorganı İkindiye doğru gelir. Dediklerimi unutma! Benim gibi cahil değilsin!”
İkindiye doğru gelirmiş!… Kim gelecek? O karabasanlı gecenin bitmediğini, sabah olmadığını sanıyor, yüreğimde bir şeyler eriyordu. Yitirdiklerimin mezarı bu oda da… Mezarlarının başında ağlıyorum şimdi!… Nasılsa dalmışım…
Pıtraklı tarlada arpa yoluyorum da pıtraklar elime yüzüme batıp yakıyormuş gibi sıçrayarak uyandım. Onu görünce, birden toparlandım. Titremeye başladım korkumdan! Elindeki paketleri sandalyenin üstüne koydu.
Bana yaklaşarak:
“Yat, korkma yat!” dedi.
Yatırmak için uzattığı elini ittim sertçe.
“Okumuşlar akıllı olur, iyi olur diye kaçırttım seni. Bugüne kadar elimi kimse itmedi!”
Kadının söyledikleri kulağımda. Ona karşı yumuşak olmalıymışım… Olan cesaretimi toplayıp karyoladan indim. Yüzüne bakmadan:
“Bir kendine bak, bir bana! Torunun yaşındayım! Beni bırakmanı istiyorum!”
Sözümü kesti bir el sallayışıyla:
“Şuna bak hele! Nasıl bırakacakmışım seni? Bırakmazsam ne yapabilirsin ki? Para babasıyım! Hem bana, hem zenginliğime sevdalanmışsın?”
İrkildim. Üvey anamın tuzağı apaçık ortaya çıkıyordu. Kolumdan tutup kaldırdı. Yüz yüzeydik ama, gözümü boşluğa çevirip bağırdım:
“Hayır hayır! Yalan! Analığımın düzeni o! Para almak için öyle demiştir!”
Saçımı tuttu, yukarı kaldırdı başımı. Gözleri donuklaşmış, yırtıcı bakışlarını gözlerime çaktı:”
“İyi bak bana, kimim ben? Eliyle daireler çizdi: “Buraların en zengin ağasıyım, Hem de toprak ağası!”
Öfkesi iyice taştı, silahını duvardan alıp bağrıma dayadı, kızgın lavların içine düşmüş gibi yandığımı hissettim. O anda, yine kadının sözleri geldi aklıma, aşağıdan aldım. Ayağına kapandım, öpermiş gibi yüzümü çoraplarına sürüp dizim üstü geldim. Ağa düşmüş bir avım! Başımı yavaşça kaldırıp yaş içinde kalan gözlerimi onun gözlerine diktim. Acı bir sesle yalvarıp:
“ Sana göre değilim! Merhamete gel! Gençliğime, mesleğime kıyma! Beni bırakmanı…”
Demeye kalmadı, sözümü kesti yine, ağalığına dokundu. Kanlı gözleriyle yiyecek gibi bakarak kükredi birden;
“Şunun dediğine bak hele! Bana göre değilmiş? Parası olan erkeğin yaşlısı mı olurmuş döyüsün kızı? Anladın mı? Karşımda çen çen edeceksin öyle mi? Keser etlerini kapıdaki köpeklerin önüne atar gene bırakmam seni!”
Silahını yerine asıp geldi. Kolumu hızla kavrayıp sarstı.
“Seni bırakıp da ağalığımı boka düşüreyim ha? Ben ölene kadar köpek gibi yallanıp duracaksın bu kapıda!”
Öyle bir itti ki kapaklandım yere. Attığı tekme sol böğrüme geldi. Çıkarken hızla çekti kapıyı. Kilidinin içinde dönen anahtarın şıngırtısı kafamın içinde yankılandı… Bir zaman öyle kalakaldım… Ağrıyan, acıyan yerlerimi bilemiyorum. Güçlükle toparlanabildim. Kapana kıstırılmış bir hayvanın içgüdüsüyle odanın içini yokladım. Pencerelere baktım. Kara kalın perdelerle kapatılmış sıkı sıkıya. Birisinin kıyısını az aralayıp baktım aşağıya. Avlunun dört yanı insan boyunu aşan kalın taş duvarlarla çevrilip örülmüş. Tutunup aşılacak gibi değil. Kapının anahtarı çevrilirken yere kapandım. Yine o kadın. Ayağının tıkırtısı usul usul geldi, durdu baş ucumda. Koltuğumdan tutup kaldırdı. Yatağa götürdü. Arkama yastık koydu.
“ Sana söyledim, bunlar acımasızdır diye! “Ayaklarımı uzatıp oturttu. Küçük tepsiyi koydu önüme. “ Biraz ye de kendine gel. Söylediklerimi de dinle emi!”
Kaşığı elime verdi. Tabakta ki yoğurttan aldım, yutamadım. Üstelemedi. Aldı gitti yemek tepsisini. O gece ve gündüzün yıkıntıların arasında çektiğim acıyı benden başka bir genç kız daha çekiyor muydu acaba? Duvardan yana döndüm. Gözlerimi kapayıp başıma çektim yorganı. ‘Bundan sonra ne yapmalıyım’ derken, kapı açıldı. Bu kez gelen o! Lambayı yaktı, İri gövdesini gölgeler daha büyüttü. Soyunduktan sonra ışığı küçülttü. Girdi yatağa, arkasını dönünce ürpertim hafifledi. Az sonra puflamaya başladı, pufladıkça göğsü yorganı kaldırıp indiriyordu. Benimse kafamın içi, yüreğimi uyanık! Dün bu zaman babamın evinde… Bugün şuan?!…
DAYANAMIYORUM, KORKUYORUM…
Daha on dokuzumu bitirmeden her şeyim; aşk, arzu, umutlarım yaşamımdan çıktı. Bu evde, işe yaramayan bir teneke ocak külü gibi küllüğe, çöplüğe atılmaya yargılıyım şimdi. Yanımda tanımadığım, ruhsuz, kütük gibi yatan bir adam var. Hırıltılı sesler çıkarıyor, göğsü körükmüş gibi kalkıp iniyor durmadan.
Akşam yerini geceye bırakıyor. Köpeklerin havlaması, çenilemesi duyuluyor. Yaşamımın en acı, en öldürücü gecesini yaşadım. Bundan korkunç bir şey düşünemiyorum. Burada yaşamak bir kemik yığınından, mızıldanan bir iskeletten başka bir şey olamaz!…
İki gecedir yaşadıklarımın ürpertici bir rüya olmasını diliyor, bu korkunç rüyadan hemen uyanmak istiyorum. O, uyuyor. Öyle de horluyor ki, karyola sallanıyor sanki. Boğulacak gibi oldu bir ara. Elini ayağını oynattı. Benden yana dönerken korktum! Kımıldanamıyorum. Yattığım yanım uyuşuk! Gözlerim uykusuz! Beynimin içi de uyuşmuş! Kafamın içinde aradıklarımı bulamıyorum…
Bir horoz öttü. Uzunca çekişi geceyi yardı. İki oldu, üç oldu ötmesi! Başka horozlar başladılar yakınlardan uzaklardan daha da uzaklardan. Ulur gibi köpek havlamaları ekleniyordu horoz ötüşlerine. Perdenin ucunu, kaldırabilsem dışarıyı göreceğim. Kalkamıyorum. Horozların sesi giderek azaldı. Sabah yakın, birden ezan! Bu geç ses, Benim yaşımda, belki de yüreği, duygusu, her şeyi… Ezanı işiteni bu kadar etkileyeceği Bu genç sesin farkında olamamışım hiç! Bir kurtarıcı bir dost sesi gibi geliyor şimdi bana. Bu genç ses! Sabahın ışıklarına uzanırken umut veriyor yüreğime. Güç, güven getiriyor sanki… ’Yaşamalısın!’ diyordu…
NE YAPACAĞIMI BİLEMEDEN BAKINIYORUM
Horultusu kesilince uyandı. Kalktı. Lambanın ışığını açtı. Gusülhaneye girdi, abdestini aldı. Giyindi. Lambayı söndürüp çıktı. Perdelerin kıyısından sızan sabahın ilk ışıkları odayı aydınlatmaya başladı. Ne yapacağımı bilemeden bakınıyorum.
Burası Ağa’nın ‘metresi’ olurken ve her şeyimi yitirdiğim oda! Tabanı tavanı tahta, duvarları kireçle badanalı. Karyolanın karşısındaki duvarda kabzası gümüş ile sedef kakmalı mavzer (çift kırma tüfek) av tüfeği asılı. İki yanında fişeklik bir de av çantası asılı… Fişeklerin yuvalarından görünen sarı, sivri uçları bedenime batıyor! Mavzerin namlu deliği, o yağlı … Her zaman kusacakmış gibi itici, ürpertici, kapkaranlık… Namlusunun da deliği, avını parçalayan canavarın gözleri gibi açılmış. derinleşmiş! Kapkara! Batı ve kuzeye bakan iki penceresi var. Yeşil bez çantasıyla Kuran yatağın baş ucunda çiviye asılı. Odanın bir köşesinde de sandalyeyle çelik para kasası var. Diğer köşesinde suya dökündükleri gusülhane. Yere el dokuması, yeşil-kırmızının hakim olduğu küçük halı serili. Gözüme duvardaki av tüfeğine takılıyor yine! Yüreğimin üstüne boşaltmak istiyor, ama nasıl yapacağıma karar veremiyorum! Tüfeğin tetiğini çektim mi tamam! Ya sonrası… Yaşadığım yüz kızartıcı olaydan sonra iyi bir kurtuluş yolu olamaz! Böyle bir durumda sökülmeyen çorabın başıma örülüşünü benden bilecekler, gerçekler gölgede kalacaktı.
Yatağın üstünde oturuyordum. Şalvarlı Kadın geldi. Yemek tepsisini sandalyenin üstüne koydu. Karşımda durdu. Başımı önüme düşürdüm. Onu dinlemediğim için suçlanmış gibiydim. Sesi sevecen:
“Sana dediklerimi sakın kimseye söyleme, bundan sonra diyeceklerimi ister dinle , ister dinleme! Dış ihtiyaçlarına benimle gidecek, kapıdan dışarıya çıkmayacakmışsın! Ağa kocanın emri!”
Suskundu, arkasını dönüp gitti. Daha şimdiden baskı ve cezalarla tanıştırılmaya başladım bile… Baba evinde çektiklerim yetmedi demek. /
DEVAM EDECEK
ÖĞRETMEN BENİSA isimli 3 cilt kitabı temin etmek isterseniz: