Yazarımız Akın Kamacıoğlu, gazetecilik anılarından bazılarını paylaştı. İbret dolu öyküleri genç gazeteci arkadaşlarımızın okumasını öneririz. (HABER HÜRRİYETİ)
ANILARIM 1:
GAZETECİDEN PATRON OLURSA
Son günlerde özellikle Hürriyet’te çalışmış arkadaşlarım anılarını bizlerle paylaşıyorlar. Benim de bir çok anım var. Ben de Onları sizlerle paylaşmak sanal dünyaya bırakmak, tarihe not düşmek istiyorum.
Anılarıma benim üzerimde çok büyük emeği olan Nezih Denirkent’le başlıyorum.
Anılarımı okurken lütfen olayları bugünkü medya ile karşılaştırın.
Gazetecilik damarı…
Dünya Gazetesi’ndeki yazı işleri müdürlüğü görevim meslek hayatımın son günlerine rastlar.
Bir günün akşamı işlerimizi bitirdik, gazeteyi gececilere teslim edip çıktık. Ertesi gün önce yaptığımız gazeteye bir bakarız, gece ne haberler girilmiş diye. 3. sayfanın manşeti gece değişmişti. Haber hemen dikkatimi çekti. Manşette, büyük bir deniz nakliyat firmasına kaçakçılıktan soruşturma açıldığı haberi yer alıyordu. Haberi gececiler bize sormadan kullanmışlardı. Hemen gececi arkadaşı aradım, haberi Nezih Bey’in verdiğini söyledi. Akan sular durmuştu. Patron ne derse o olurdu tabii. Ama içime sinmemişti haber. Bir soruşturma haberiydi ve ilk soruşturma kapsamındaydı. Soruşturma gizliydi, bizim de haberi vermememiz gerekiyordu.
Biz daldık günlük çalışmaya. O gün şirketten aradılar hemen. Haberin yanlış olduğunu, düzeltme göndereceklerini söylediler. “Olur” dedik, “gönderin kullanırız”. Diyorsunuz ki şimdi ne olmuş yani. Önemi ne bunun? Önemli olan şuydu. Bu şirket Dünya Gazetesi’ne en çok ilan veren şirketlerden biriydi ve tüm ilan anlaşmalarını bu haber nedeniyle iptal etmişti.
Yanlış yaptık yazısı…
Düzeltme istediler yayınladık, ikna olmadılar, denizcilik sayfasını hazırlayan yazar arkadaş gece ekibini daha doğrusu gazeteyi yerin dibine geçiren bir yazı yazdı, onu da yayınladık, yine ikna olmadılar. “Ne yapalım daha” deyip kestirip attık. İlişkiler kopmuştu artık.Gel zaman git zaman bir gün “şirketin avukatı seni arıyor” dediler. “Olur konuşurum” diye cevap verdim. Avukat hanım, şirketin gazeteden “bu haber yanlıştır” şeklinde bir yazı istediğini anlattı. “Nasıl olur” dedim ve isteği Nezih Ağabey’e aktardım. “Tamam” dedi, “ben hallederim”.
Bir hafta sonra avukat hanım yeniden aradı beni. “Evet” dedi. “Sizden bir yazı geldi, geldi ama ben bunu şirkete gösterirsem ilişkiler felaket olur”. Cevaptan haberim yoktu. Nezih Ağabey ne yazmıştı acaba? Avukat hanıma “bana yazıyı fakslar mısınız” dedim .Faksladı. Aman aman… Nezih Ağabey basmıştı fırçayı şirkete. Haberin doğru olduğundan, elinde belgelerin bulunduğundan bahsediyordu.
Yazıyı ben yazıyorum
Ne yapacaktım? Ne mi yaptım?. Avukat hanıma “siz o yazıyı yok edin. Ben şimdi benim imzamla size başka bir yazı gönderiyorum onu verin şirkete” dedim. İlk soruşturmanın yasalara göre gizli olduğunu, bu nedenle haberin kullanılmasıyla yanlışlık yaptığımızı vurgulayan bir yazı yazdım. Nezih Ağabey’in haberi olmadan imzaladım ve şirkete gönderdim. Teşekkür ettiler, bir süre sonra ilişkiler de düzeldi.
Kimseye söylemedim yaptığımı, yakın arkadaşlarıma bile. Nezih Ağabey’in öğrendiğinde beni kovacağından şüphem yoktu. Ama ben şöyle düşünmüştüm. “Evet” gazete ilk soruşturma sırasında bir firmayı “kaçakçılıkla” suçlamış, zan altında bırakmıştı. Haberde firmanın görüşü yoktu. Haberin kullanılmaması gerekiyordu. Hiç değilse soruşturmanın sonu beklenmeliydi. Buna hakkımız yoktu. Hatamızı kabul etmemiz gerekiyordu. Nezih Ağabey’i bir şekilde ikna edeceğimden emindim. Bana zaman gerekiyordu. O da hukukçuydu,ama patronluğu değil gazeteciliği ağır basıyordu.Ne yazık ki Nezih Ağabey’i yaptıklarımı açıklayamadan kaybetmiştik.
İşin aslını yemekte öğreniyorum…
Anımın devamı da var. “Biraz soluklanın” diye durdum. Nezih Ağabey’den sonra zor günler geçirsek de gazetenin çizgisini bozmadan devam etti çalışmalarımız. Zamanını hatırlamıyorum ertesi yıldı sanırım. Bu nakliyat şirketi gazete tarafında “yılın şirketi” seçildi. Gerçekten şirket sessiz sedasız dev adımlar atmış, limanlar yaparak nakliyat alanında büyümüştü.Ödül törenine şirketin sahibi de geldi. Törenden sonra yemek yenildi..
Tesadüf şirketin sahibi ile yan yana düşmüştük yemek masasında. Hatır gönül sorgulamasından sonra sohbet koyulaştı, benim denizci bir aileden gelmiş olmama sevinmişti. Neyse..Birden aklıma geldi, pat diye “sahi” dedim. “Sizin bir kaçakçılık sorununuz vardı. Kaçakçılığı nasıl yapıyorsunuz?” Şaşırmamıştı konuyu açmama. Güldü “Anlatayım da dinleyin” dedi ve anlattı.“Bakın biz konteyner taşımacılığı yapıyoruz. Malları alır bir yerden bir yere götürürüz. Konteynerin içindeki mallardan sorumlu olmayız. Şöyle düşünün. Birisi bir çanta ile İzmir’den THY uçağına binse. Uçaktaki kişi Atatürk Havalimanı’nda uyuşturucudan yakalansa THY kaçakçılık yaptı diyebilir misiniz?”
Doğru diyordu. “Peki” dedim, “neden ısrarla bizden yazı istediniz? Sonuçta düzeltmenizi yayınlamıştık”.“Onu da anlatayım” derken bardaktaki suyunu yudumladı ve bana döndü: “ Biz bir firma ile birlikte ortak liman yaptık. Sonra anlaşamadık. Ayrıldık. O firma sizin yazınızı çoğaltıp bizim tüm müşterilerimize göndermiş. Bizi karalamak için. Ta Çin’deki müşterilerimize bile. Biz de sizden gelen hata yaptık yazısını aynı müşterilere göndermek zorunda kalmıştık”.
Şirketi merak ettiniz değil mi? Arkas Grubu.
Anlamıştım bir küçük haberin ne büyük işler açtığını bu firmaya. Bilmeden, bir ön seziyle bir yanlışımızdan doğan olumsuzlukları önlemiştim. Sevinmiştim.Anı burada bitiyor. Ama söylemek istediğim önemli bir nokta daha var.
Nezih Demirkent gazeteciyken patron oldu. Daha doğrusu yoktan bir gazete yarattı ama patron olamadı. Anlattığım anıda da gazeteci şapkası ağır basmış, reklam veren ağacı patron olarak başına gelecekleri bile bile taşlamıştı. Nur içinde yat Nezih Ağabey.
****
ANILARIM 2:
Beyaz sinek haberinden çıkan ders!
Çok şükür, Hürriyet’te Nezih Demirkent döneminde yazı işlerinde çalıştım. Ne patron baskısı vardı, ne de tiraj kavgaları. Nezih Demirkent gazeteciliğin gazeteciliğini yapıyordu. …Ve Hürriyet Hürriyet’ti.
12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra sıkıntılı günler geçiren Hürriyet’te dedikodular ayyuka çıkmıştı. Nezih Demirkent görevden alınacaktı. Biz bu dedikodulara aldırmıyorduk ama ateş olmayan yerden duman da çıkmazdı.
Nezih Ağabey, tüm bu olumsuzlara rağmen işini yapıyordu. Yalçın Kamacıoğlu’nun başlattığı bölge ilaveleri fikrine inanıyordu. İzmir’de çıkarılan bölge ilavesi tutmuştu. Zira büyük şehirlerdeki yerel gazeteler güçlenmiş, İstanbul merkezli gazetelerin tirajlarında ciddi düşüşler olmuştu.
Bölge ilaveleri yerel gazetelerle rekabet edebilirdi.
Nezih Ağabey yazı işlerinde iş bölümü yapmış, bölgelerin sorumluluğunu bana vermişti. İzmir’den sonra Bursa’da da bölge ilavesi çıkardık. Sıra Adana’ya gelmişti.
Bir gün Nezih ağabey odasına çağırdı beni “Hadi bakalım” dedi. “Adana’nın yolları taştan. Hazırlan Adana’ya gidiyorsun. Yanına Birini al. Haber ajansı da sana yardım edecek. Yarın yola çık. 10 gün sonra ilaveyi masamda istiyorum”.
Emir demiri keserdi. Apar topar hazırlandım ve otomobille yola çıktım. Kasım ayıydı. Yollar felaketti. Zar zor Gülek Boğazı’nı geçip Adana’ya vardık. İlk defa gidiyordum.
Ertesi sabah matbaadaydım. Öğlen oldu. Uzun yıllar Hürriyet’in Adana temsilciliğini yapan rahmetli İskender Ayvalık koluma yapıştı. “ Kebapçıya gidiyoruz öğlen yemeği için. Adana’nın kebabını yemeden işe başlamak yok”dedi.” Peki” dedim.
O zamanın meşhur kebapçısı Onbaşılar’a gittik. Masaya oturduğumda alışkanlıktır ya etrafı bir kolaçan eder insan. Bir şey dikkatimi çekti. Çekmeyecek gibi değildi zaten. Pencerelerin içlerine sineklikler konmuştu. Tüm pencerelerde sineklik vardı.
“İskender” dedim, “çok mu sinek var Adana’da. Bu sineklikler de neyin nesi?” Cahilliğime güldü. “Evet sinek için bunlar ama beyaz sinek için” dedi. “Yahu dedim, sinekler Adana’da ihtiyarladı mı?. Beyaz sinek de nereden çıktı”. Şöyle bir süzdü beni “Siz İstanbullular nereden bileceksiniz beyaz sineği. Bu sinek pamuğun baş düşmanıdır. Gözle görünmez. Onun için özellikle kebapçılarda sineklik vardır”.
Beyaz sinek kafama takılmıştı. O zaman ne internet var ne yahoo ne de google. Adana’nın belalısı nasıl bir şeydi acaba?
Çıkaracağımız ilave için İstanbul’dan haber yapması için rahmetli Kamil Başaran’da gelmiş, Adana’da çeşitli röportajlar yaparak ilaveye malzeme topluyordu.
( Bazılarınız belki hatırlar. Galata Köprüsü’nde işyeri olan bir lokantacı, aleyhine yazı yazdı diye Gazete Gazetesi’nin yazı işlerine kadar girerek Kamil Başaran’a ateş edip öldürmüştü. Rahmetliyi bir kez daha anıyorum.)
“Kamil” dedim. “Sen de gazeteci isen bana beyaz sineğin fotoğrafını getirirsin”. Şaka yollu söylemiştim bunu tabii. Görünmeyen sineğin nereden fotoğrafını çekecekti. Bir şey söylemedi.
Haberler toplandı, bir hayli ilan alındı. Adana’da özellikle basın camiasında heyecan doruktaydı. “Hürriyet 01” doğacaktı.
Bizde heyecanlıydık. Zira Adana gazetelerin en az satıldığı bir şehirdi. İlave tutacak mıydı?
Yoğun bir şekilde çalışırken Kamil elinde bir diya ile çıkageldi. “Ne o” dedim. “Nedir elindeki”. Kıs kıs gülüyordu. “İşte Ağabey, beyaz sineğin fotoğrafı”.
Şaşırmıştım. Şöyle ışığa doğru tuttum, pek bir şey anlamadım. Işıklı camlı masaya koydum, bizim tabirimizle Lupla sizin anlayacağınız büyüteçle diyaya baktım. Baykuşu andıran bir böcek.
“Nereden buldun bunu” diye sordum düşünmeden. “Biliyorsun ağabey gazeteciye haberin kaynağı sorulmaz”. “Olur mu öyle şey. Koymam bunu nereden aldığını söylemezsen” dedim.
“Çukurova Üniversite’si arşivinden ağabey” dedi. “İzin verdiler mi yayınlanması için” diye sordum. “Yayınlanmasını istiyorlar ama diyayı arşivlerinden çıkarmıyorlardı. Birilerini ayarladım, aldım. Hemen renk ayırımı yaparsanız akşam üstü yerine teslim ederim”.
Kaçırır mıyız hemen renk ayırımı yapıldı. Diya yerine ulaştırıldı. Beyaz sinek hakkında da bilgi getirmişti. Bu böcek krem renginde, bir milimetre boyunda küçük bir sinekti. Pamuk yapraklarının alt tarafındaki genç nesil yaprağının öz suyunu emiyor ve kurutuyordu.
Biz de tüm hazırlıklarımızı bozup ilavenin ilk sayfasına “İşte Adana canavarı” başlığı altında boydan boya beyaz sineğin fotoğrafını yerleştirdik.
EEEE. Diyorsunuz ne özelliği var bu anının değil mi?
Esas iş bundan sonra başlıyor.
Heyecanımız doruktaydı. Baskı günü geldi çattı. Bir ara Nezih bey seni arıyor dediler. Telefona gittim. “Alo” demeden Nezih ağabey “Ne yaptın ilaveyi. Birinci sayfada neler var” diye sordu. Ben de bir şeyler becermenin gururu içinde “beyaz sinekle ilgili haber var ağabey” dedim. Dedim ve hayatımın en ağır fırçasını yedim.
Bu fırçalar izninizle benim hafızamda kalsın. Son cümlesi “Bırak hayvanları da, insanları koy ilaveye insanları” oldu. Şaşırmıştım. Çok güzel bir şey yakaladığımızı sanırken, tüm hayallerim altüst olmuştu. Ne yapacaktım şimdi. Bende renk menk kalmamış ki İskender Ayvalık “ne oldu”? Diye sordu. Sonra güldü. “Aldırma yahu biz bu fırçaları her gün yiyoruz” dedi. Fırça önemli değildi. Önemli olan haberi kullanmaktı.
Üzerinize afiyet biraz Karadenizli inadı vardır bende. Ne olursa olsun beyaz sineği kullanacağım dedim kendi kendime. Mesleği Nezih Bey’den öğrenmiştim. Bana hak vermeli dedim. En fazlasıkovarlar bizi. Olur biter. Ben yine bildiğimi yaptım. Tam sayfa beyaz sinekli sayfayı kullandık ve bastık. Ertesi gün merak içinde tepkileri bekledik. 2 saat içinde Adana içinde ilaveli gazete bitmişti. Bu bize yeterdi. Birkaç gün sonra zorlu bir yolculuktan sonra İstanbul’a döndüm. Ertesi gün çekine çekine gazeteye gittim. Yazı işlerine girdim. “Hoş geldin”, Şalgam suyu getirdin mi? gibi klasik soruların dışında bir önemli bir durum yok gibi görünüyordu.
5 dakika sonra sekreter hanım Nezih Bey’in beni beklediğini haber verdi. Kapıyı tıklatıp içeri girdim.Nezih ağabey göz ucuyla bana şöyle bir baktı, “gel otur” dedi. Çekine çekine masasının önündeki koltuğa iliştim. Masanın üstünde “Adana 01 ilavesi” ve tabii kocaman fotoğrafı ile beyaz sinek duruyordu.“İyi iş çıkarmışsın” dedi. “Adana’dan biraz önce vali, belediye başkanı aradı. İlaveyi çok beğenmişler. Tüm okullarda sınıflara asılmış. Hemen de tükenmiş”.Çok sevinmiştim bir anda.
Kovulma cümlelerini beklerken, iltifatla karşılaşmam şaşırtmıştı beni. Üstelik hiçbir şeyi beğenmeyen Nezih Bey’den geliyordu bu iltifatlar.Nezih Ağabey devam etti. “Bak” dedi. “Biz İstanbul’da oturmuş, ülkeyi idare ediyoruz. Bunun ne kadar yanlış olduğunu bize gösterdin. Her şeyi yerinden görüp öğrenmek gerekiyormuş”.
Adana’nın sıkıntılarını sordu. Anlattım, not aldı.
Biliyorsunuz, Nezih Bey Hürriyet’ten ayrıldıktan sonra kıdem tazminatı olarak Hürriyet bünyesindeki Dünya gazetesi’ni aldı. Sonra Dünya’yı yoktan var etti. Ekonomi gazetesi olarak bugünlere getirdi. Meslek hayatımın son yıllarını onunla çalışarak geçirdim. Ölene kadar beraberdik. Dünya’da bir ilki başlattı. Bölge toplantılarını. Uzmanlarla birlikte tüm şehirleri gezdi. Oralarda toplantılar yaptı. Dertlerini dinledi, bu dertleri gazetesine taşıdı. Bir gün bana “o beyaz sineği hatırlıyor musun. İşte ben Anadolu’yu bu beyaz sinek sayesinde tanıdım” Dedi.
Bugün Dünya gazetesini ayakta tutan Anadolu’nun Dünya’ya duyduğu güvendir. Zira onların ayaklarına kadar gelen Dünya, onların eli ayağı, dert ortağı olmuştur. Bazı gazetelerin düzenlediği bölge toplantıları, taklit olduğu için tutmamıştır, tutması da zordur.
Nezih Ağabey’i bu sanal ortamda bir kere daha rahmetle anıyorum.
*****
ANILARIM-3
1987’de patlayan petrol arama krizi ve “o gece”!
Yıl 1987. Tercüman grubunda çıkan Bulvar Gazetesi’nde yazı işleri müdürü olarak çalışıyorum.
Yunanistan, ortağı olduğu Kuzey Ege Petrol Şirketi’yle Taşoz Adası yakınlarında petrol arama ve sondaj yapmayı planlamıştı. Yunanistan planlamakla kalmadı, bu şirketi ulusallaştırmak istedi.
Türkiye buna itiraz etti. İtiraz gerekçesi olarak da bu davranışın ulusal karasuları sınırları dışında petrol arama ve sondaj çalışmalarına gidilmesini yasaklayan 1976 Bern Anlaşması’na aykırı olduğunu ileri sürdü.
Gerginlik tırmandı, tırmandı, Londra’da bulunan Başbakan Özal’ın “Yunanlılar uluslararası sularda petrol aramak için harekete geçerlerse, bizim de aynı yerde olmasa da, uluslararası sulara açılıp petrol aramak son derece tabii hakkımız olacaktır. Fakat onlar, uluslararası sular bizim diyerek gelir ve gemimize ( Piri Reis gemisi) dokunurlarsa, bu bir savaş nedeni olur” demesiyle doruk noktasına ulaştı.
O gece “savaş çıkıyor” diye gazetede sabahladık.
Tüm gün Tercüman’ın Atina muhabiri Ahmet Şenova’yı aradık durduk.
Yok, yok.Yer yarılmış, Şenova oralara girmişti sanki.
Cep telefonları da henüz piyasada değil.
Atina’dan hiçbir haber alamadan sabahı bulduk.
NATO, Amerika ve Avrupa ülkeleri araya girmiş, savaşı önlemiş, bunalım hafifletilmişti.
Sabah 9.00 sularında yüzümü yıkamak için lavaboya giderken merdiven başında Ahmet Şenova ile burun buruna geldim.
Şaşırmıştım. “Ege’de savaş çıktı çıkacak. Sen burada ne arıyorsun?” diye yüksek sesle seslendiğimi hatırlıyorum.
Sakin sakin yüzüme baktı Ahmet Ağabey“boşuna heyecanlanmışsınız” dedi ve ilave etti:
Bak Akın. Siz bu Yunanlıları iyi tanımazsınız. Ben yıllardır aralarında yaşıyorum. Bunlar sınıra kadar gelir. Duvarın önünde edep yerlerini gösterip karşı tarafı tahrik eder. Sizin duvara tırmanıp atlayacağınızı anlarsa donunu, pantolonunu çekmeden kaçar. Onun için boşuna sabahlayıp beklemişsiniz. Bunlar tek başlarına bir hiçtirler.”
Sarıldık, öpüştük, hasret giderdik.Sanırım kriz çıkınca bize açıklamadığı bir nedenle yurda dönmüş, önce Ankara sonra İstanbul’a gelmişti.
Bu sözleri yıllardır unutamam. Her Yunanistan bunalımını -hoş şimdilerde Yunanistan Ege adalarında cirit atıyor. Kimseden ses çıktığı yok- bu sözlerin ışığı altında değerlendiririm.
AKIN KAMACIOĞLU
****