Gözlerimle gördüm, Bekir usul usul bahçe kapısını açıp gecenin karanlığında kayboldu! İkimiz de Zafer Okulu’nun beşinci sınıfına geçmiştik. O benden daha çalışkan bir örgenciydi. Aynı sırayı paylaştığımız için, özellikle matematik yazılılarında ondan kopya çektiğim çok olmuştur. Bekir hesap, kitap derken, ben:
“ Bu dünya ne biçim bir yer?” diye kafa yoruyordum. ” İnsanlar yaşamak için bunca eziyete nasıl katlanıyorlar?”
“ Vallahi bu çocuk çıldırmış!” diye bana çıkıyordu annem. “ Sana mı kaldı insanların ahvalini düşünmek? Sen derslerine çalışsana. Söyle bakalım: Gediz Nehri nereden doğar, hangi denize dökülür?”
Öğretmenimiz Müzehher Hanım ders anlatmaya başlamadan önce, her sabah yoklama yapardı.
“ Ahmet, Mehmet, Ayşe!” diyerek adlarımızı sıralar, her adın karşılığı:
“ Buradayım öğretmenim!” olurdu.
Ben, pencerenin camına gelip dayanmış olan dut yapraklarını sayardım.
“ Bu yaprakların varoluş nedeni nedir acaba?”
Sorumun yanıtını kendim verirdim:
“ Bunu bilmeyecek ne var? Bu yapraklar ağacın meyvelerini kurttan kuştan, yelden yağmurdan, bir de güneşin zararlı ışınlarından korumak için şemsiye görevi yapıyorlar!”
“ Cavit yok mu?”
“ Buradayım öğretmenim!”
“ Üçtür Cavit diye sesleniyorum, neden yanıt vermiyorsun oğlum?”
Ben, annem, babam, bir de küçük kız kardeşim, sefertasına benzeyen bu evde yaşıyorduk. Üç katlı olan eve Anneannem takmıştı bu sıfatı!
“ Koca İzmir’de oturacak ev mi bulamadınız? Aşağıdan yukarıya çıkması on dakikasını alıyor insanın!”
Anneannemin ayaklarında siyatik denen bir hastalık vardı. Dik merdivenleri çıkamaz, yokuşlardan aşağıya inemezdi. Sefertası’nın en üstündeydi benim yatak odam. Penceresinden Bekirler ’in yaşadıkları ev ile avlu ayan beyan görünüyordu.
Her akşam, özellikle sıcak yaz geceleri akşam yemeğinin arkasından sokak kapısının önüne çıkılır, önce hafifçe ıslatılan taş, toprak süpürüldükten sonra kırmızı kilimler yayılırdı. Yüzleri kare, dikdörtgen, hatta üçgen kumaş parçalarından oluşan, içine sünger kırıntılarının tıkıştırıldığı minderler serildikten sonra, oturulup kavrulmuş karpuz çekirdeği yenirdi. Çekirdeklerin kokusu sokağı tuttuğu için Cemile Abla:
“ Kız Leyla Hanım!” diye bitişik kapıdan seslenirdi. “ Mis gibi kokuttunuz ortalığı!”
Annem pek istekli olmasa da:
“ Çok canın çektiyse, gel al biraz!” derdi.
Cemile Abla oturduğu yerden sıçrar, gelip çinko çanağın içinden bir avuç alarak çocuklarına götürürdü. Bekir Cemile Abla’nın en büyük çocuğuydu. Arkasından üç tane kızı sıralamıştı kadın!
“ Allah günah yazmasın!” derdi mahallenin gün görüp, birkaç çuval un elemiş kadınları. “Kim bilir, babaları kim bu kızların?”
Kız çocukları pek ilgilenmezlerdi ama erkek olanlar Cemile Abla’nın sarı entarisinin yakasından dışarıya fırlayan iri göğüslerine mıhlarlardı gözlerini. Anneler ve çocukları kırmızı kilimlerin üzerinde oturup çekirdek yerlerken, içeriye girip yatmak için havanın serinlemesini beklerlerdi. İzmir’in gündüz olsun, gece olsun yaz sıcaklarını bilmeyen mi vardı? Evlere girip de yatmadan önce kadınlar açılmadık dedikodu çıkını bırakmazlar, az önce yanlarından geçen birisi için öyküler düzerlerdi. Televizyon nerede? Radyo bile her evde yoktu. Bir akşam babam, kucağında büyücek bir kutuyla eve gelmesin mi? Kutuyu açtık ama hem radyoyu koyacak yer bulamıyorduk, hem de bir türlü çalışmıyordu meret. Sonunda elektrik tamircisi İbrahim Usta eve geldi:
“ Elbette çalışmaz!” dedi. “ Hani bu radyonun anteni?”
“ Anten de ne oluyormuş?”
Az sonra Müzeyyen Senar:
“ Kimseye etmem şikayet, ağlarım ben halime!” şarkısını söylemeye başlamasın mı? Havalara sıçradık, babamın üzerine atılarak:
“ Sen çok yaşa babacığımız!” dedik.
Ertesi sabah saat yedide işbaşı yapacak babalar, radyonun çalışmasını beklemeden evlerine gidip uykuya dalmışlardı. Babam Gümrük Muhafaza Memuru’ ydu. Üç günde bir gece nöbeti tutar, İzmir Saman İskelesi’ndeki dairesinde tahta bir sedirin üzerine kıvrılarak uyumaya çalışırdı.
Cemile Abla’nın kocası ise, Konak’ taki tütün işletmesinde kavaslık yapıyordu.
“ Kavas mı kalas mı?”
“ Ay, kaç kez söyleyeceğim?” diye bağırırdı annem. “ Kavaaas!”
Mülayim Efendi adı üstünde, ağzı var dili yok bir adamdı. On beş gün gündüz, on beş gün gece, işletmenin kapısında dikilerek girip çıkanı gözden geçirirdi. Mülayim Efendi’nin gece evde olmadığı günlerde, Cemile Abla’nın Ağabey’i kalırdı onunla. Genç, güzel bir kadın, üstelik çok da iri göğüsleri var. Ağabey Cemile Abla’yı başka erkeklerin şerrinden korurdu. Annem bana böyle söylemişti.
“ Sen de bazı geceler yalnız kalıyorsun anne!”
“ Beni oğlum her tehlikeden korur!”
“ Cemile Abla’nın da oğlu var?”
“ O senin gibi değilmiş. Bir uyudu mu, yanında top patlatsalar uyanmazmış!”
Sorularım biter mi?
“ Cemile Abla’nın Ağabey’i neden gizli gizli giriyor eve?”
“ Çocuklar büyüklerin her işine burunlarını sokmazlar!”
“ Neden sokmazlar?”
Annem sorularımdan bunalır:
“ Yeter!” diye bağırırdı. “ Hadi bakalım, sen odana çık yat artık. Unutma, sabah babana kahvaltı götüreceksin!”
Evin üçüncü katındaki odama çıkardım ama hemen uyuyamazdım. Zaten ben kalkıp gitmeden, Cemile Abla çıkışırdı anneme:
“ Kız Leyla Hınım! Göndersene artık şu çocukları yataklarına. Gözleri kuşüzümü kadar kaldı!”
Annem:
“ Anlaşıldı!” diye düşünürdü. “ Bunun Ağabey’i bu gece erken gelecek!”
Hem bizi gönderirdi, hem kendisi de oturduğu yerden kalkar, kırmızı kilimi silkeleyip katladıktan sonra:
“ Benim de uykum geldi!” derdi. “ Hadi, iyi geceler herkese!”
Annemin ‘ Herkes!’ dediği komşular da iletiyi alıp evlerine girerler, Cemile Abla’nın Ağabey’i sokağın başında belirirdi.
Mavi bahçe kapısının açılması ile kapanması bir olur, Ağabey bahçeye dolardı. Erik ağacının dili olsa da konuşsa. Ya bir mevsimlik ömrü olan şu fesleğen saksısı? Cemile Abla Adam’ın üzerine atılıp orasını burasını sıkıştırırken, erik ağacının üzerindeki yeşil erikler zamanından önce kızarır, fesleğenlerin kokusu dört bir yana yayılırdı.
Bekir, Cemile Abla’nın akıllı oğlu, çoktan uyumuş mu olurdu? Ben yukarıdan, beyaz tül perdelerin gerisinden, o cam senin bu cam benim koşarak bahçede olup biteni izler, yüreğimde beliren çırpınışlara anlam veremezdim!
O gece Cemile Abla ile Ağabey’i eve, yani yatak odasına kapandıklarında, Bekir usulca bahçeye çıkıp kendini sokağa atmıştı. Mülayim Efendi gece yarısı Bekir’i karşısında görünce şaşırıp kaldı:
“ Ne işin var bu saatte burada bire oğlum?” diye sordu.
“ Uykum kaçtı!” dedi önce Bekir. “ Anneme haber vermeden evden çıktım!”
“ Beni nasıl buldun?”
“ İzmir küçük yer baba! Bir gün buradan geçiyorduk, annem: ‘ Baban burada çalışıyor!’ demişti.”
“ Hiç mi korkmadın oğlum? Ya bir serseri çıkıp sana kötü şeyler yapsaydı?”
“ Nasıl kötü şeyler?”
Cemile Abla kan ter içinde işletmenin kapısına gelip, Bekir’i görünce olduğu yere çökerek ağlamaya başladı:
“ Ay, bu çocuk beni öldürecek!” diye bağırıyordu. “ Nasıl bildim ama buraya geleceğini? Korku nedir bilmiyor fırlama. Sen kalk sıcacık yatağından, karanlık sokaklara dal, git babanı bul! Bir daha görürsem kırarım ayaklarını bilmiş ol. Ulen sen benim nüzulümü mü indireceksin?”
Mülayim Efendi:
“ Sabaha ne kaldı?” diye sordu. “ Bekleyin ben götüreyim sizi eve!”
Cemile Abla’nın yatakta bıraktığı Ağabey’i geldi aklına. Üstelik adam çırılçıplaktı!
Tuttuğu gibi Bekir’in elinden, yokuş yukarıya sürüklemeye başladı. Bir ara:
“ Bir şey söylemedin değil mi babana?” diye sordu.
“ Hangi şeyi?”
“ Hele söyle, senin ağzını burnunu doğrarım. Bir daha da tek söz söyleyemezsin kimseye!”
Annem, babama göndereceği sabah kahvaltısını hazırlamış ama oğlu olacak ben bir türlü uyanıp aşağıya inmemiştim. Süpürgenin sapıyla birkaç kez tavana vurdu:
“ Cavit, daha uyuyor musun? Öğle oldu be oğlum, buz gibi soğudu puf börekleri!”
Bir elimde babama götürmekte olduğum kahvaltı çıkını, öteki elimde kemirmeğe çalıştığım puf böreği koşar adımlarla Damlacık Yokuşu’nu inip Memleket Hastanesi’nin önüne gelmiştim. Tam o sırada İmdadı Sıhhiye arabasından yaralı bir adamı indirdiler. Koşup:
“ Bu acaba Cemile Abla’nın Ağabey’i mi?” diye baktım, değildi! Her tarafından kan akıyor, inim inim inliyordu.
Matematik dersini sevmezdim ama sayılara da pek düşkündüm. Babam içeride puf böreklerini yer çayını içerken, ben kapının önünde dikilir, gelip geçen insanların ayakkabılarını sayardım.
“ Siyah, beyaz, kahverengi!”
“ Baba, bu adamın ayakkabıları ne renk?”
Üşenmez, babam kapıya çıkıp uzaklaşan adamın ayaklarına bakardı:
“ Onlar yılan derisi! Herkes giyemez bu ayakkabıları. Bir gün gelecek, yılanlar da insan derisinden ayakkabı yapıp giyecekler!”
Kısa pantolonumun açıkta bıraktığı bacaklarıma götürürdüm ellerimi, derimi okşardım!
Babamın söylediklerini Bekir’e anlattım, kahkahalarla güldü:
“ Öyle şey olur mu?” diye sordu. “ İnsan derisinin kaç para olduğunu biliyor mu o yaratıklar? Sürüngenler insanlarla nasıl kıyaslarlar kendilerini?”
CAVİT KÜRNEK
13 Mayıs 2018, ÇEŞME