UMUTLARIMDI ASIL KANAYAN…
Sırtıma inen tekmesiyle “hık” ettim, serildim yere. Kilitlendi kapı, şırk! Toparlanamıyorum. Ellerimle yüzümü kapayıp başladım ağlamaya… Hıçkırıklarımı yutuyorum… Öylece ne kadar kaldım, bilemiyorum. Odanın tabanı toprak hem de çıplaktı. Üşüdüm, titremeye başladım. Köşede serili seccade kadar eski hasır parçasına doğru emekler gibi gidebildim. Sırtüstü uzandım. Çivi kuyusuna düşmüşçesine sızlıyor her yanım. Bedenimin çizilen, yırtılan yerleri kanıyor ama, umutlarımdı asıl kanayan… Al kana bulanan ak pak umutlarım… Gözlerimi yumdum, ellerimi yanıma koydum. Yaşadıklarımı kabullenemeyip irademi yitirme endişesine kapıldım. Düşünmeyi durduracak bir çareyi o ana kadar hiç böyle aramamıştım. Bu kez, keşke ölseydim de bunları görmese, duymasaydım diye ağlıyorum. Her nasılsa, Enstitüdeki Meslek Bilgisi öğretmenimi hatırladım. “Mücadeleden yılmazsanız en zoru bile başarırsınız!” Kaç kez demişti. Ben de ‘Yılmamalıyım!’ diye güç vermeye çalıştım kendime.
Birden gün söktü. Sabah ezanı okunmaya başladı: Allahuekber! Allahuekber! Ayağımı bacağımı çekip oturum üstü geldim. Ellerimi açıp yalvardım: “Allahım sana inanıyor, sana sığınıyorum… yardımını esirgeme benden Allahım!…” Ezanın umutlandırıcı sesi kesilene kadar yalvardım. Sonra uzandım. Dışardan köpek havlaması, tavuk gıdaklaması geliyordu. Mirza’yı hatırlayabildim. Sahi, nerde ki şimdi o? Öğretmenini yine bir umutla beklemiştir. Ben gidemeyince, yaşamı boyunca unutamayacağı bir acıyla dönüyordur şimdi! Birlikte gidemediğimiz yolun neresindesin Mirza? Koç yürekli, yağız delikanlım?…
Kapının anahtarı şırk etti açıldı. Gelen eşikte durdu.
“Dayak yiyeceğine akıllan akıllan! diyor cırtlak sesiyle Büyük Kadın. Karısı, kızları, kendisi katık damına gelip içlerinin ağılarını kusup gidiyorlar, ben hiçbirinin yüzüne bakmıyorum. Benim suçluluğumu ve kendilerinden utandığımı sanıyorlardı. Oysa yüzlerini görmek, seslerini duymak istemiyordum. Öylesine tiksinti veriyorlardı bana…
Ogünün gecesi sağ yanım acıyıp ağrıdıkça soluma döne, sol yanım acıyıp ağrıdıkça sağıma döne büzülerek yattım. Hemen hiç kapanmayan gözlerim pencerelerin demir parmaklıklarına takılı kaldı hep.
İşkence odasının ikinci sabahında doğrulup ayaklarımı uzattım, duvara dayadım sırtımı da. Pencereden uzanan gün ışığı yüzüme vuruyordu. Ayaklarıma batan diken, çotuk, taşların yırtığı yerler kızarmış, yangılanmaya başlamıştı bile. Sol bacağımda köpeğin derimi sıyırttığı yer de morarmış! Kolum, bedenim, her yerim allı morlu basmaya dönmüş. Çizilen yırtılan yerlerimin kanı kombinezonuma yapışmış. Tükürüğümle ıslatıp açmaya uğraşıyordum.
Kapı açıldı. O! Tıraşlı, kararmış suratı iyice odunlaşmış. Geldi yanıma. Bir süre soluk almıyormuş gibi baktı:
“Bir daha kaçacak mısın, söyle diyorum sana?”
Hiç sakinleşmiyordu sesi!
“Ezilmiş bit gibi yerinden kımıldayamayacaksın akılsız köpek!.. Köpeğin eniğini boğazlar gibi boğazlayacağım seni! Bir kez daha kaç!”
Elini kaldırdı, tam indirecekken iradem dışı boğazımdan kopan: “Anamm! Anam!” çığlığıma Güllü Abla yetişti. Kolundan kavradı:
“Bir de ağasın! Camiye gidiyor, namaz kılıyorsun!”
“Bu şerefsizden yanasın öyle mi?” diye çıkıştı o da kadına:
Gördü ki olacak gibi değil, aşağıdan aldı Güllü Abla:
“Aman Ağam, seni düşünüyorum! Öfkelenme! Öfkede akıl olmaz derler, öldürücü bir yanına vurursun da elinde kalır Allah etmeye! Hapislere düşersin bu yaşında…”
Söylenerek tuttu götürdü Ağa’yı. Kalın, tahta kapı gürültüyle kapandı. Kilidin içinde iki kez dönen anahtarın sesi beynimde yankılandı.
Kombinezonumu kaldırıyordum yine. Şırk etti kapı. Ne kadar şırk ederse etsin korkudan yüreğim hoplayacak, vücudum titreyecek değildi gayrı. Bu insafsız adamın kalıbı içinde nasıl yırtıcı bir hayvan saklı olduğunu görüyordum. Ayak sesi yanımda durdu. Güllü Abla, ikinci kadın. Çömeldi. Bakıştık birbirimize. Doldu gözlerimiz. Sessizce aktı yaşlar…
Güllü Abla devrisi gün öğleye doğru ancak gelebildi.
“Evde kimse yok! Ortaköy’e gittiler. Keyifleri yerinde. Ekmek getirdim, azıcık yesen?”
“… …”
YALANDAN OLSUN YALVAR…
Yiyemeyeceğimi bakışımla anlatmak istedim. Vücudum uyuşuk, iliğim damarlarım kopmuş sanki. Ağzım dilimde bir başkalaşmış, kupkuru. Kuması olsam da acıyan, dürüst ve içten bir sesi vardı:
“İnsanlık damarları yoktur! Ne Allah ne de hak hukuk dinler, hükümetten bile korkmaz! Koca dünyayı bunlar yaratmış! Kaç kere söyledim. Pişman olmuş deyim, yalvarayım. Sen de yalvar, çıkarsın buradan. Yoksa, gelir gider döver diyorum sana ay kardeşim. Anamız öldüyse yalandan ölmedi ya? Yalandan olsun yine yalvaralım…
Bu ipek yüzlü kadına:
“Ablacığım, bu kez ne dersen yapacağım. Eskişehir’e göçmelerini bekleyemedim. Mesleğimden atılmadan kurtulur muyum düşüncesiyle bir denedim!”
Gözleri yaşlı, saçlarımı okşadı. Kızını sever gibiydi.
“Neyse, olan oldu.”
Taze, tereyağlı somundan küçük küçük koparıp yoğurtla yedirdi. Mideme birkaç lokma düşünce az kendime gelir gibi oldum. Şimdi artık, silahı elinden alınmış yaşam savaşçısının yenik bir askeriyim. Yine de umudumu yitirmeyeceğim… Yaşam bağım umut.
İki gündür atılı olduğum hücre üst kattaki yattığım odanın altıdır. Dış kapının girişinde, sağdaki ilk odadır. İki penceresinin biri batı, diğeri güneye bakar, kapısı uzun koridora açılır. Tavanı tahta, tabanı toprak. Yapıldığı üç yıldan beri hiç el değmemiştir, tozdan görünmeyen duvarları, örümcek ağı sarmış pencereleri ürpertici bir hava verir bu çulsuz döşeksiz odaya. Duvarın birine, bir başından öbür başına kadar kalın tahtalar konmuş, yağ peynir tulumları, katık (yoğurt) derileri sıralanır. Bunların kokularına alıştı burnum. Yoğurt derilerinin, peynir tulumlarının kıyılarındaki karabaşlı beyaz kurtçuklarla sineklere alışamıyorum. Kurtçuklar halka halka, top top olmuş kımıldanıyor, oradan oraya taşınıyorlar hiç durmadan. Bizim de peynir tulumumuz, yoğurt derilerimiz olurdu. Az da olsa onların da kurtçukları vardı, ama buradaki görüntü anlatılmaz bir tiksinti veriyordu bana. Karasinekler yağ peynir tulumlarına konuyor, oradan uçup bana geliyor, irinlenen yerlerime diziliyor, benden derilere, derilerden bana bir şeyler taşıyıp duruyorlar sabahtan akşama kadar. Elimi yelpaze edip sallamaya, kış kış diye kovalamaya yetişemiyordum. Öylesine çabuk çoğalıyorlar ki.
İkindi vaktiydi. Pencerenin kıyısındaki yarıktan içeri giren ışık çizgisi güneşin batıya doğru kaydığını gösteriyordu. Işığın içinde ufak parıltılarla bulut gibi dönen toz taneciklerine dikmiştim gözlerimi. Yine geldi Abla:
“Sıcak çorba getirdim, içiver hemen. Biraz sonra gelirler.”
Tepsiyi koydu önüme. Az az içtim. İçi kavurmalı yoğurtlu çorba. İçmesem ne yapacağım? Beni bekleyen, bilmediğim zor ve karanlık günlere hazırlıklı olmalıydım. Tepsiyi götürdü, şalvarımı getirdi.
“Gece üstüne örtersin!” dedi, giderken kilitledi kapıyı.
Türkmen Abla’yla aramızda söze dökülmeyen bir barış, bir yakınlık oluşmuştu…
İnen akşamın karanlığında odanın içi büsbütün loşlaştı.
OTURDUĞUM YERDE SABAH NAMAZINI KILDIM
Katık damında geçirdiğim üçüncü gecenin sabahı bir sesle uyandım. Bu namaza çağrı! Ezan, dolu dolu, yüksek bir sesle, etkileyici bir makamla okunuyor!… Her sözcüğünde imanım Allah deyişindeki ürpertiyi hissedebiliyordum. Etkilenmiştim. Ses, bir kurtarıcı gibi yüreğime akıyordu, avuçlarımı yüzüme götürüp, “Aziz Allah, şefaat ya Resulallah!” Dedim. Usul usul doğruldum yerimden. Biraz uyumuş, biraz da hafiflemişim. Ezan bitince namaz kılma isteği doldu içime. Bu halimle namazın kılınmayacağını hiç düşünmeden şalvara sarınarak oturduğum yerden sabah namazını kıldım. Bildiğim duaları ettim. O günden sonra her ezanı o ürpertilerle, o içe duyuşlarla dinleyecektim.
Devrisi gün salâ verildi. Günlerden Cuma olacak. Yine toprakla aptes aldım, şalvara sarınıp namaza durdum. Son rekâtını kılıyordum, kapı açıldı. O! Bakmadım. Tespihi parmağımla çekip duamı okuyunca; elimden tuttu, kaldırdı ama, tutsaklığımın yarattığı gerilimle elimi çektim birden. Duruşum küskün! O ise, karşımda kaykılarak söyleniyordu:
“Akıllanmışsın… akıllanmışsın! Namaz kılışın hoşuma gitti. Cezan bitti. Yukarıya çık, yun yıkan, yeni aldığım çamaşırları giyin!”
Abla’nın sözleri kulağımda:
“Suçluyum, tövbe ediyorum!” deyip öptüm elini.
O andan sonra soğukkanlı davranmaya, bir şey belli etmemeye, umutlarımı da kuşağımda gizlemeye kararlıydım…
Katık damından çıkarılırken yanaklarımın üstünde, Ağa’nın tokatları halâ duruyordu. Hapisliğim süresince dış ihtiyacıma Güllü Abla’yla gidebildim… Bundan sonra evdekilerin buyruklarına boyun eğmeli, kaçmayacağıma dair güven vermeliydim. Tıpkı sahibi tarafından dövülmüş sadık bir köpek gibi…
Yıkanıp giyinince, Türkmen Abla’yla ortak kullandığımız odaya gidip yatağa sokuldum. Yaşadıklarımı unutmak istiyordum. Abla geldi, yorganı bir yana itti. Çamaşırımı kaldırıp bedenime baktı. Su toplayan, irinlenen yerleri iğneyle deldi, batan dikenleri, çöpleri çıkardı, pamuğu ispirtolayıp sildi. Dudaklarıma merhem sürdü. Az rahatladı vücudum, derisi sıyrılan yerlerim yumuşayınca acımaya başladı.
ÖMÜR BOYU YARA İZLERİNİ TAŞIYACAĞIM
Ağa’nın evinde “Hızır’ım” olan kadıncağız, sıyırdı başından tülbendini, saçını araladı, yarık yırtıklara baktı:
“Görüyor musun? Bunlar, o elleri kırılasıcanın vurduğu çarptığı yerler!” dedi tülbendini bağlarken:
“Bu yaralar sende de iz bırakır garibim!” dedi ağlamaklı…
Üvey anamın sopa izlerini nasıl taşıyorsam, Ağa’nınkini de öyle yaşam boyu taşıyacaktım. Abla gidince, ceza kasırgasının hırpaladığı bedenimi divanın yumuşak yatağına bıraktım… O günden sonra evden dışarı çıkmam yasaklandı. Büyük Kadın’ın hizmetine, evin işi de eklendi. Hizmetini görürken:
“Dayak akıllandırdı! İstersen akıllanma! Dayağı yersin işte böyle…” diyordu.
Belki de, yine kaçayım istiyor, kışkırtıyordu beni. Söylenenleri sineye çekiyordum. İçimdeki pırıltılı umudumu büyüte büyüte Eskişehir’e gidilecek güne kadar bekleyecektim…
Bundan bir hafta sonraydı. Öğle uykusundan uyanmışlar, çay istediler. Sönmekte olan ocağa birkaç çam kozalağı attım. Çaydanlığı sacayağına koydum. Suyun kaynamasını bekliyordum. Büyük kadın:
“Sana çok acıyorum! Böyle sopa yiyip duracağına, onun şehre gittiği bir gün kaç git, hem de güpegündüz!” dedi.
“… …”
Demliğe çay atıp çaydanlığın üstüne koydum. İki de kozalak soktum altına.
Büyük kadın: “Kaçacağını bana söyleseydin, Ağa’nın önüne geçer, göndermezdim!” dedi yine.
“… …”
“Git! Kendin gibi biriyle evlen! Ağaya güvenip ömrünü boşa tüketme! Çocuğun da olmaz! O dölsüz! Çocuk olsa Türkmen’den olurdu. Parası malı varsa, sahipleri de var! Türkmen’le sana kapının boku düşer ancak!”
Çaylarını verirken mırıldanır gibi açtım ağzımı: “Bir daha kaçmayacağım! Ölüm çıksın bu kapıdan. Kaderim böyleymiş!”
Yırtık bir kahkaha attı tepeden tırnağa sinir kadın. Kızı da:
“Bak hele şuna! Hani Ağa babamı istemiyordun?” dedi.
Söylenenleri duymayayım diye ocağın yanından tezek tenekesini alıp dış kapının önüne koydum. Abla doldurur. Yukarıya çıktım. Divana çöktüm. Onun bu sözlerinin gerçek düşüncesini yansıtacağına inanamazdım! Ağa’ya yakın olmayışımdan memnundu. Şimdiyse oynadığım rolü gerçek sanıyorlardı. Birbirimizden hoşlanmıyorduk. Bir kuma, bir takıntı olarak görüyorlardı beni. Gençliğimden okumuşluğumdan korkuyorlardı. Ya ağayı ele geçirirsem, ondan bir şeyler koparırsam… Aşağılamaktı bütün işleri. Karşısındakilerin bir yüreği olduğunu düşünemezlerdi bile… /
DEVAM EDECEK…
ÖĞRETMEN BENİSA isimli 3 cilt kitabı temin etmek isterseniz: