MUZAFFER’İ EŞEK ARISI SOKTU
Muzaffer’e bakıcı birisini bulamamıştık. Battaniyeyi katlıyor, gömme dolap kadar derin olan odanın penceresinin içine seriyor, küçük yastığı da oraya yerleştiriyor, sıkıca giydirdikten sonra, kuru üzüm, yer fıstığı, leblebiyle doldurduğum tabağı önüne koyuyordum. Acıkınca yiyor, çişi gelince helaya gidiyor, uykusu gelince de yatıp uyuyor, her ihtiyacını kendisi görüyordu. Evden çıkarken seviyor, öpüyor, yalnız kalacağı için üstünden kilitliyordum kapıyı. Saat yedi otuzda da tutuyorum okulun yolunu. Akşama doğru, beş ya da altıda dönebiliyordum. Evden çıkıp tekrar dönene kadar aklım fikrim koca bir gün pencere önünde oturan küçüğümdeydi. Bazı günler ağlar, bazı günler uyur, bazı günler de beni bekler bulurdum. Geldiğimi görünce, “anneeemm!” çığlığı atıyor sevincinden. Kapıya anahtarı daha sokmadan arkasında bitiyor, açılınca hopluyor kucağıma, kollarını boynuma, bacaklarını belime kilitleyerek ağlamaya başlıyor:
“Gitme anneciğim, gitmeee! Korkuyomm!”
Gözlerinin yaşını silerken, okula gitmezsem paramız olamayacağını, eve ekmek peynir, şeker, fındık fıstık alamayacağımızı uzun uzun anlatıyor, ertesi günler için gönlünü yapıyordum.
İkinci Kâmil Dede’miz de bakıcı kadın ya da kız soruşturuyordu. Bir Perşembe günü okul dönüşümde kapıyı kilitsiz, pencerenin camını kırılmış buldum. Küçüğüm yok! Ortalıkta kan lekeleri de göremeyince aklım iyice şaştı. Birden ağı çöreklendi yüreğime. Birisi gelip kaçırmış mıydı? Cam kırılsa bile çıkamazdı demir kafesten. Hapishaneden beterdi. Yağmurun cama vuruşundan, rüzgârdan çok korkuyordu. Kötü olasılıklar kafamı altüst ederken, üst kata çıkıp kapının tokmağını vurdum hızlı hızlı.
Açtı hanım. Anladı hemen:
“Korkma Hocanım, korkma, bizde!”
Çökeyazdım eşiğe. Öyle sevinmişim ki!
Minderin üstünde uyumuş öylece.
Şükriye abla anlatıyor.
“Anneciğim geeel! Gel anneciğiiimm! Gel diyom anneciğim!” diye acı acı ağlayışını duyunca koşmuş. Onu görünce ağlaması daha da çoğalmış. Alması için ellerini uzatmış. Kapının anahtarına bakınmış. Yok. Eve çıkmış yeniden, yedek anahtarları almış, ama uymamış hiç birisi de. Kırmış camı. Elinden kolundan tutup çekerek çıkarmış çocuğu. Nasıl girdiyse, cama gelen eşek arısını tutmak istemiş galiba. O da sokmuş elini.
“Allah razı olsun Şükriye Abla.”
Gittim yanına: Sağ elinin üstü, parmakları dirseğine kadar şişmiş. Arının soktuğu orta parmağının orta boğumunda kocaman kırmızı bir şişlik. Ateşi de var. Yumulmuş gözlerinin kapakları da şişmiş, beyazca. Kucaklayıp götürdüm. Yatırırken yatağa uyandı.
Beni görünce sızlandı, ağladı:
“Arı sokar mı gene anneciğim?”
Yüzüme bakıyor, parmaklarının ucuyla gözlerini siliyor.
“Sokmaz! Korkma!” dedim.
Pencerenin kıyısında duran arının ölüsünü gösterdim. Kollarını boynuma doladı sıkıca, sarıldı. Sırtını başını sevip okşarken uyudu yine. Çok korkmuş.
Ogünden sonra Şükriye Abla bakmaya başladı küçüğüme. Büyük oğlu Afyon lisesinde matematik, gelini de İngilizce öğretmeni, küçük oğlu Ankara Veteriner Fakültesi’nde, kızı Ali Çetinkaya Kız Enstitüsü’nde öğrenciydi. Daha torunları yoktu, dede nine deyişi hoşlarına gidiyordu Muzaffer’in. Canlı bir oyuncak oldu onlara. Öyle de alıştılar ki, Pazar günleri Kâmil Dede’sinin kalkmasını, tavanı tıklatmasını bekliyor, tık tık vurulunca ‘Dedem çağırıyooo anneciğim! Diyor koşuyordu yukarı. Ayrılmıyor Şükriye Nine’sinden de. Birlikte yattıkları da oluyordu. Komşu gezmelerine götürdüğünde, kimlere gitmişler, neler yemişlerse anlatıyordu bana. ‘Çok sevimli, sıcakkanlı kerata!’ diyor dedesi. İçten seven, bakan bir nine dede daha bulmuştuk. Muzaffer kimi günler dedesigilde kalıyor, beni de aramıyordu. Sevildiği yeri biliyordu.
Ortaokul – liseler de açıldı. Ali Çetinkaya Kız Enstitüsü’nde tarihe, coğrafyaya gireceğim. Haftada on üç saat olan ek dersin saat ücreti 280 kuruş, ama bunun 8 saati ücretli, 5 saatiyse ücretsizdi. Ücretli ek ders haftada 8 saatti. Çarşamba günleri öğleden sonra, öbür günler de okulum paydos olunca gideceğim. Buna göre sabahları 7.30’da evden çıkacak, akşam 19.00’da ancak dönebileceğim. Kız Enstitüsü’nden ders verilince yazılı sınav işlerim çoğaldı iyice.
VERESİYE
Evin arka sokağında köy fırını vardı. Okul dönüşü 30 kuruşa haşhaşlı bir ekmek alıyor, katıksız doyunuyorduk. Çay, şeker, pirinç, bulgur, mercimek gibi yiyeceklerimizi de caddeye dönen köşedeki küçük bakkaldan alıyor, aybaşı gelince ödüyorum. O ay borcumu vereyim diye bakkala girdim. Veresiye defterini açtı. Tam bir sayfası doldurulmuş! Hesaplarken baktım. Aldıklarımdan başka bisküvi, helva, defter, kalem gibi şeyler de yazılmış.
“Bakkal Efendi; çay, şeker, bulgur, pirinç, mercimekten başka bir şey almıyorum sizden. Daha önceki ayda ne aldığıma, ne kadar ödediğime bakın!”
Gerildi hemen yüzü. Çıkıştı:
“Almışsınız ki yazılmış!”
Üsteledim:
“Almadım Bakkal Efendi. Bir yanlışlık olmasın?”
İyice sesini yükseltti:
“Ayıp oluyor Hocanım. Kaç yılın bakkalıyım ben?”
“Olabilirsiniz ama…”
Veresiye defterinin, çevrile çevrile uçları kırışan, kirli sayfalarından, adıma yazılmış alışveriş listesini sürdü önüme: 82.50 lira… Aklım gitti!
“İki aydır alıyorum sizden. Ayda 15 lirayı geçmiyordu!”
Yineledim:
“Bir yanlışlık olmasın?”
Ablak yüzünün asıklığı katılaştı, kara bez takkeli kocaman başı deftere eğik konuştu:
“Hesap mı öğreteceksin? Sınıfındaki çocuk değilim! Borcunu ödemesini bil!”
Çıkışmasına, bir de okulumu karıştırmasına dayanamadım. Veresiye defterinin üstüne attım parayı.
“Adımı silin!” dedim, sertçe.
Çıktım dışarıya. Nasıl geldiğimi bilemedim eve. Pencerenin önüne çöktüm. Bakkal için ayrılmış aylık harcamam 15, 20 liraydı. Bu kocaman deliği nasıl kapatacağım? Düşündükçe içim daraldı. Bu kadar alışveriş yapamazdım. Yediğimiz içtiğimiz belliydi. Ama kime dert yanacağım, kiminle başa çıkacağım?
Yoksulluk ve kimsesizlik nasıl belini büküyor insanın. Hep onlarla iç içe yaşamıştım evimizde, köyümüzde, komşularımızda… Bir yazgı mıydı bu, yoksa bulut mu geçiyordu üstümüzden? Bitmeyecek miydi bu bulut geçmesi hiç… Katlanacağım, bu çirkinliği, haksızlığı da sineye çekeceğim… Pazardan ala döngün (yarı olmuş) domatesle biber aldım. Turşu kurdum iki kavanoz. Ekmeğimize katık ederdik artık. Bundan sonra veresiye bir şey almayacağıma söz verdim kendime. Çok zorda kaldığımda bile bu sözümden caymadım hiç. Beni veresiye alışverişten vazgeçirdiği için de, o şiş göbekli, çakır gözlü, yerden bitme bakkala teşekkür etmek geldi sonraları içimden!
ZEHRA ÖĞRETMEN
Gece hafiften kar, ardından da alabildiğine yağmur yağdı. Bozuk parkeler, yapraklarını dökmüş ağaçlar, saçakların eski tahtaları ıslaktı. Yukarıda kalın kül renkli bulutlar, içimdeki sıkıntı gibi mosmor kaplamıştı göğü. Kar soğuğu ısıtıcıydı.
Cumartesi öğleden sonra okul dönüşü Muzaffer’i alıp çarşıya yürüdüm. İçi kumaş pantufla terlik alacağım. Evde giysin, sıcak tutar ayağını. Şehrin tanınmış ayakkabıcılarından Yıldız kundura’ya girdik. Kumaşı bordo – gri çizgili pantuflayı giydirirken salladı çıkardı ayağından. Koydum yerine.
“Hangisini istiyorsun?”
Kahverengi, bağcıklı, altı kösele ayakkabıyı aldı. Etiketi 50 lira. Alamayacağım. Alıp yerine koymak istedim. Vermedi. Sıkıca göğsüne bastırdı, tutturdu. Ayaklı aynanın karşısındaki oturacağa oturdu, giyecek.
Ayakkabıcı beş lira ikram etti.
“Paramız az” dedim usulca kulağına.
Çıkartamıyorum. Ağlıyor. Ayakkabıcı, bir kolaylık sundu:
“Taksitle vereyim Hocaanım.”
“Başkasına bakalım.”
“Ağlatmayın çocuğu. 40 lira yapayım. Ayda 5 lira taksitle.”
Çantamdaki sınırlı parayı harcamaya korkuyorum. Fiyatını ödeyebileceğim ayakkabıyı gösterdiğimde omuz silkiyor, istemiyor!
“Hep karasını alıyon anneciğim!”
Biz böyle uğraşırken Zehra öğretmen geldi Selamlaştıktan sonra baktı Muzaffer’e. Ayakkabının ipini bağlamaya uğraşıyordu.
“Ayakkabı mı aldın? Aman ne güzelmiş!”
Alt dudağını devirdi:
“Annem almıyoo!”
“Terlik alacağım ya, ayakkabıya sarıldı” dedim.
“Siz Kâmil Bey’in altındaki kiracısınız galiba?”
“Evet.”
“Çocuğunuzu çok sevdiklerini anlatmıştı.”
İçimden sızılandım. Yoksulluğumuzu da anlatmıştır herhalde…
Dönüp ayakkabısının iplerini bağladı çocuğumun, aldı kucağına, sildi gözlerini Zehra Öğretmen. Ayakkabıcıya:
“Ne kadar Bekir Bey bunlar?”
“Elliydi, kırka indim.”
Çantasından para cüzdanını çıkarıp saydı parayı.
Sevineceğim yerde üzüldüm. Böyle bir şey olunca Beylikova’yı, Eskişehir’i, İnönü’yü anımsıyordum. Anasına da terlik aldı. Bana, “gel” işareti yaptı eliyle. Çıktık.
“Bize gidelim.”
Gitmek istemedim, anladı. Üsteledi:
“Gel gel, çekinle.”
Yürüyoruz yan yana. Oğlum kucağında, seviyor, öpüyor, konuşuyorlar. O da seviniyor. Adımlarımız ağırca.
Zehra Öğretmen, Kadınana ilkokulu’nda çalışıyor. Yuvarlak, güzel yüzlü, kumral, kısacık saçlı. Kırkını aşmış görünüyor. Şişmanca… Çalışkanlığıyla halkın ve öğrencilerin sevgisini kazanmış. Herkes çocuğunun onda okumasını istiyor!
Yol boyu anlatıyor bana. Biraz da rahatlatmaya çalışıyor:
“Hocaanım, anam babamla oturuyorum. Babam Albay emeklisi. Kardeşlerimi okutayım diye evlenemedim. Biri, Yalova kaymakamı. Birisi, Erzurum’da savcı, kız kardeşim de Adana’da avukat. İki yaşlı, başıma kaldı sonunda. Onlar; eşleri, çocuklarıyla mutlu yaşıyorlar, ben de iki koca çocukla. Bir yere tatile bile gidemiyorum. Babamda kalp var, annem romatizmalı. Onlara nasılsa bakıyorum diye aramıyor kardeşlerim beni. Belki bir şey isterim, ya da alın biraz da siz bakın derim diye korkuyorlar. Ben adanmış bir demirbaşım çünkü. Düzenleri bozulur… Babası yoksa da bir çocuğun var senin. Bu sana bir nimettir! Yalnız değilsin. Bunun için çocuğunu çok sev, isteğini karşılamaya çalış Hocaanım. Bundan sonra istediğin zaman oğlunu getirebilirsin bize. Okula giderken de bırakabilirsin.”
Hani iyi de olurdu ara sıra onlara gitmesi… Şükriye Ninesigili çok rahatsız etmesin istiyorum. Uygun bir bakıcı bulmam da zordu. Her şeyden önce para sorunuydu… Zehra Öğretmengile okulumun yolundan gidiyorduk. Biraz daha yürüdük. Ahşap, iki katlı evin kapısını açıp buyur etti. Küçük bahçesinde tek elma ağacı vardı. Duvardan duvara gerili ipte çamaşırları. Alttaki odaya girdik. Karşılıklı iki divan konulmuş. Yatak gibi kullanıldığı belli. Babası, anası yetmişe doğru yol alıyorlardı. Şişmandı ikisi de. Bizi tanıttı Zehra Öğretmen. Ellerini öptük. Cana yakın insanlar. Yine bir dede nine bulmuştu Muzaffer. Kucaklarına aldılar. Başını okşadılar. Ayakkabısını gösterdi o da. Biraz oturduk. Çayla bisküvi ikram ettiler.
Haftada bir kez olsun onlara da bırakmamı istediler. Perşembeyi belirledik. Her Perşembe sabahı okula giderken Muzaffer’i yeni dedesigile bırakıyor, okuldan sonra Kız Enstitüsü’ne gidiyor, dersim bitince alıyordum. Bazen uyumuş olursa vermiyorlardı ta ertesi güne kadar. Çocuk bu, sevildiği yere alışıveriyor, gelmek istemiyor, ağlıyordu. Bir daha getirmem deyince susuyor, ‘getir anneciğim… getir, ağlamayacağım’ sözü veriyordu. Kâmil Dedesigil, Asker Dedesigil derken o yılın sonuna kadar bakılmış oldu.
Yaşam, başkalarına nimetlerini çokça sunarken, bana da örselenmeyi, onurumu koruma mücadelesini sunmuştu…
/ DEVAM EDECEK
ÖĞRETMEN BENİSA isimli 3 cilt kitabı temin etmek isterseniz:
HURİYE SARAÇ: 0533 779 06 06 – 0 236 715 47 70
www.huriyesarac.net
HURİYE SARAÇ’IN ÖĞRETMEN BENİSA KİTABI İLGİLİ GÖRÜŞLERİNİZİ AŞAĞIDAKİ LİNKE YAZABİLİRSİNİZ…
http://huriyesarac.net/okur-gorusleri/