KORE’DEN MEKTUP GELDİ
Dışarıdaki sıcak iyice artmıştı. İkindinin alaca morluğu iniyordu bucağın üstüne. Bahçedeki tek zerdali ağacının yaprakları yorgun yorgun hışırdıyordu. Muzaffer de bisikletini çekmiş ağacın altına, elinde tornavida, orasını burasını söküp takmaya çalışıyordu. Yaman bir usta olacak herhalde! Kim bilir?
Akşamın yemeğini pişirmek için mutfaktaydım. Soğan soyarken kapının zili çaldı. Elimdekilerini bırakıp gittim.
“Kim o?”
“Benim hocanım.”
Sesi tanıdım. Açtım. Koreli bekçi. İnce yüzünde bir hoşluk.
“Kore’den mektup getirdim.”
Uzattı kıyısı mavi çizgili zarftı.
“Teşekkür ederim bekçi.”
Döndü gitti. Kore’den gelen mektupları o getiriyordu nedense. Oraları özlüyor muydu, yoksa öylesi mi denk geliyordu. “SEUL” damgalı dördüncü mektuptu bu.
Avni, 1957 – 1958 dönemi Kore Değiştirme Birliği’yle gitmişti. Mektuplaşıyorduk. Tam bir ayda gidiyor, bir ayda da geliyordu mektuplar. Çinlilerin nasıl savaştıklarını, bulundukları yerlere insanların kolları, bacakları, kafalarının düştüğünü… savaşın korkunçluğunu anlatıyordu. Yaşlı genç, kucağı çocuklu kadınların asker çadırına ekmek diye gelip ağlayışlarını… kimi askerlerin de yiyecek kumanyalarını onlara verdiğini, karşılığında çamlar arasında ilişki kurduğunu, kimisinin zorla yaptığını yazıyordu. Okurken duygulanıyor, ağlıyordum. Açlık neler yaptırmazdı ki…
Mayınlara yakalanan insanların parçalanışı… ölmeyenlerin elsiz, ayaksız, gözsüz kalmaları… ölmekten beterdi. Avni, “Vatanımın çok uzağında başka bir vatan için şehit olan askerlerimizin künyeleri okundukça yıkılıyoruz, neden başkaları için ölüyoruz, yüreklerimiz parçalanıyor…” diyen mektubunu kaç kez okuyor, kokusunu arıyordum yeşil gözlü kardeşimin. Büyümüş, asker olup Kore’ye bile gitmişti! Sağ dönmesini nasıl da istiyordum.
Ogün, öğle paydosunda eve giderken bekçiyle karşılaştım yine. Onu görünce Avni’yi anımsıyordum hep. Ne zaman karşılaşsak, Kore’den birkaç söz ediyor, oradaki günlerini anımsıyordu geçmişine dönerek.
YİNE ÜVEY ANAM…
Yaz bastırmış, sıcak dalgası bucağın üstünde dolanıyordu. İliklerimize değin sokuluyor, parmak uçlarımıza kadar terletiyordu. Canlılar soluk almak için gölge arıyor, duvarların diplerine, saçakların altına sığınıyordu. Bağlı olmayan köpekler kürek gibi inen çıkan karınlarını serdikleri gölgeliklerdeki otlara uzanıyor, kırmızı dillerini sarkıtıyorlardı ağızlarından. Tavuklar horozlar da kanatlarını, ağızlarını açmış, buldukları gölgeliklere serilmişlerdi.
Muzaffer, okulun avlusunda bisiklete biniyordu. Sakıp’la Ragıp’la. Mutfağın kapısını, pencereyi açtım. Dikiş makinesinin başına geçtim. Leman Hanım’ın etek provasını hazırlıyordum. Kapı tıklatıldı Kalkarken yine tıklatıldı.
“Geliyoruumm!”
Kapıyı açınca gördüğüme inanamadım, yüreğim bir çarpıntıyla sarsıldı birden. Kapatıp açtım gözlerimi. Bir karabasan mı görüyordum yoksa? Yok yok! O! Ta kendisi! Üvey anam! Kocaman bir soru tokmağı kafama vurdu taanng! Sersemledim sanki! Neden, nasıl, kiminle geliyor?! “Hoş geldin. Gir” demediysem de o attı kendini içeriye. Kollarını boynuma dolayıp başladı ağlamaya. O anda bedenimi kocaman bir yılanın sardığı, beni zehirleyeceği korkusu düştü yüreğime. Boynumu kurtardım kollarından. Kapıyı örttüm. Olduğu yere çöktü.
“Baban çıkardııı!”
İniler gibiydi. Kafamı toparlamalıydım.
“Neden çıkardı?”
Yine iniledi.
“Öfkesini bilmez misin, çıkardı işteee!”
Ağlamaya başladı.
“Babamı sen çıkarırsın ama o, seni çıkaramaz!”
“Bey’ime, Bey’ime de, Tosun Bey’ime… Hasret kaldım onca yıllık evime! Hüü… hüüü!”
Ellerini vuruyor dizlerine!
Kolundan çekip arka odaya götürdüm. Çöktü yere. Kapının ağzına durdum. Gelen olursa göstermeyeceğim kimselere. Ağlayışı ağıda döndü.
“Oyma oyma işleme Aslanköy’ün mermer taşları!
Günlerdir dinmiyor da aman gözlerimin yaşları… hüü hüüü!”
Usta bir oyuncu, doğaçlamadan yakıyor ağıtlarını. Koyulaştırdıkça koyulaştırıyor.
Nasıl da buldu beni. Nasıl da geldi. Kan beynimde. Tutamıyorum kendimi.
“Sus! Sus! Bir duyan olursa, koca kasaba başıma toplanır, suuuss!”
Dizleri altına bükülü, üğrünmesini tarlada ekinin yel estikçe sağa sola sallanışı misali sürdürüyor. Ellerini kapadı yüzüne. Sesini kıstı. Hıçkırıyor içinden. Babam çıkarmış ha? İnanamam! Yine bir şeytanlık için gelmiştir!
Hıçkırığının arasında çemkiriyor sanki.
“Öfke..si..ni.. bil.. bil..miyon..muu?”
“Kaç kez kovdu da gitmemiştin! Yine ahırda, atların gübresine, samanlıkta samanın içine gömüleydin… ineklerin yemlecinin altına sokulaydın… kümese gireydin?!”
“…!”
Tutamadım kendimi:
“Kara toprak bile istemez seni! Yalan dilli, yılan yüzlüsün!”
Donmuş gibi baktı. Yüzünün kara kırmızısı, dalga dalga uçtu sanki! Kireç kesildi. Sonra yine dalga dalga kızardı.
Üsteledim.
“Sus sus” ev sahibi duymasın!”
Evimde kalacağı her saniye işkenceydi bana. Bir yolunu bulup uzaklaştırmalıyım! Nereden çıktı bu Allah’ım? Aklım fikrim kabullenemiyor! Gerçekten çıkarmış mıydı babam? Eğer ki benim için çıkarmışsa suçsuzluğumu anlamıştır… Ah! Buna inanabilsem?
Bir başkasıydım şimdi ben. Çektiklerim, çektirdikleri şimşek çakışı zamanda geçiyordu gözlerimin önünden. Saatlerce yağan deli yağmurun dereleri doldurup köpürterek, yıkıp dökerek çevresine taştığı gibi taşıyordu öfkem, kinim! Yırtıcı kartal gibi atıl üstüne! Tırnaklarını geçir boğazına. Olan gücünle sıktır sıktır! Hık vık ederek gitsin öbür dünyasına!.. Yook yoook! Ellerimle öldüremem ki? Dokuz canlıdır o! İp geçir boğazına, yine olan gücünle çek ilmeğini! Yaşamlarımızı bitirdi o!.
Yeniden kendime gelmeye çalışıyorum. Hıçkırığı azaldı, üğrünmeleri de durdu. Başı düştü önüne, yere bakıyordu. Yaklaşıp tepesinin üstüne dikildim. Ellerimi açtım, parmaklarım pençeleşti. Yine depreşiyordu öfkem. İn tepesine! Sık boğazını! Çıkar canını gerisinden! Sonra da kozalak çuvalına koy. Gecenin karanlığında istasyona giden şosenin kıyısına at! Parçalasın köpekler! Leşini görenler olsa bile nasılsa yabancı! Arayanı soranı olmaz!.. Canavardım sanki. Durakladım. Dişlerim gıcır gıcır! Vücudum titriyor, öfkem dalgalanıyor. “Dokunma! Allah cezasını verecektir!” diyorum bu kez de. O an çocuğum geliyor gözlerimin önüne. Onu bırakıp hemen çıkıyorum bahçeye. Bir savunma bulurcasına gidiyorum yavruma. Tulumbadan su çekiyorum birden, yüzümü yıkıyorum suyu çarpa çarpa. Soluk alıp veriyorum derinden. Sakinleşiyorum biraz. Pembe gül ağacına gidip dalında kokluyorum gülünü… O an düşünüyorum ki kaba güçten nefret ederdim kendimi bildim bileli. Neler düşünüyordum böyle. Nasıl ters yüz olmuştum. Bir başka yol olmalıydı…
Avlu duvarından atladım okulun avlusuna. Arkadaşıyla oynayan çocuğumu gidip kucakladım. Bastım bağrıma. Ne olduğunu anlayamadı. Yüzüne yüzümü sürdüm, yavrumun kokusunu aldım. Sonra bıraktım oyununa. Döndüm eve.
ÜVEY ANAMI ZEHİRLEMEYİ BİLE DÜŞÜNDÜM
Boğazını çok severdi. Çay suyu oturttum gaz ocağına. Ekmek, peynir, bardak, şeker… evde olandan koydum tepsiye. Getirirken duramıyorum, “Bakkala git, sucuk, köpek zehri al, birlikte yedir!” diyorum yine. Başımı sallıyorum: Kör şeytan, çık kafamın içinden! Sevindirmeyeceğim seni! Sürdüm tepsiyi önüne. Çayı bardağa koyarken düşünüyorum: Şu Allah’ın işine hiç akıl ermiyordu.
Yüzüne bakmadan sordum:
“Babamla barışmak mı istiyorsun?”
“Hı hı” yaptı başıyla.
Gözü ekmekte. Acıkmış!
“Barıştıracak birisini göndermedin mi? Süllü Dede’yi, amcamı filan…”
“Gidenleri daha avlu kapısından girmeden durduruyor, ‘O kadın için geliyorsanız, gelmeyin komşular!’ diyormuş.”
Düşünceye daldı.
Sonra cesaretlendi.
“Bir de sen gitsen?”
“Benimle küs! Kovar! Biliyorsun…”
“Seni görünce bir şey demez.”
“Öyleyse vakit geçirmeden yola çıkalım!”
Çok sevindi. Saate baktım. Eskişehir hattına gidecek trenin gelmesine bir saat var yoktu. Giysimi değiştirdim. Çantamı aldım. İki adımda koştum ev sahibine. Muzaffer’in okulun avlusunda Sakıplarla bisiklete bindiğini, Eskişehir’e gidip akşama kalmadan döneceğimi söyledim.
Analığın önünden tepsiyi alırken:
“Kesene bereket versin keklik kızım” deyişi tırmaladı kulağımı.
“Gidiyoruz!”
Kalktı. Giysisinin eteği ucuna gözlerini, burnunu sildi. İlkin kapıdan dışarıya baktım. Birkaç kadın geliyordu, ama uzaktı aramız. Çıktık. İstasyona giden şoseye kıvrıldık. Hızlı atıyordum adımlarımı. O da bana uyuyor. Ara sıra arkama dönüyor, Aznavur amca yolcu getirip götürmesin, bizi görmesin istiyordum. Konuşmuyor, onun yalvarışlarını da işitmiyordum. Vakit ikindiye yaklaşıyordu yolu yarıladığımızda. Soluk soluğa kalmıştık. Ağırlaştım.
“Babanla beni bir barıştırırsan neler vereceğim sana! Bir kat yatak, kendi dokuduğum örnekli kilimimi…”
Duymuyorum. Neleri vardı kim bilir? Hangi bacılığının evinde saklı, hangi duvarın kovuğuna, hangi kirişin arasına sokmuştur parasını, altınını?
Yalvarışını sürdürdü:
“Sen bilirsin gayri gözel kızım. Babanın gönlünü yapmaya bak. Evime bir kavuşayım. Kapıların eşiklerini öpeceğim. Sizi doğurmadım ama mememden değil on parmağımın ucuyla emzirdim. Ananızdan çok benim emeğim var!”
Delireceğim nerdeyse. Bütün ip kopacak. Orta yerde rezil olacağım. Neler söylüyor… Anamızdan çok emeği varmış! Dokuz ay karnında taşımamış ama kanıyla canıyla beslemişmiş? Bir kat yatak vermekle kalmayacak, daha neler neler verecekmiş?!.. Uzun soluklar alıyorum. İstasyona iyice yakınlaştık. Sinyali duyulmaya başladı trenin. Gişeye gidip aldım bileti. Hemen bindik. Boş kompartımanların birine girdik. Oturdu yanıma. Başımı, bakışımı dışarıya çevirdim. Düdüğünü öttürerek yürüdü tren. Durduğum yerde düşündükçe delleniyorum. Kinlerim yine ayaklanıyor. Savaşmak için komutanından buyruk alacak asker gibi hazırım!.. Trenin kapısına götür, aç! Olan gücünle ittir aşağıya! Demir tekerlerin altında ezilsin! Kim olduğu bilinmesin!.. Kıpırdandım. Kolundan tutacakken yine çocuğum geldi önüme. Babasızdı, bir de anasız kalacaktı… Tahta kanepeye çöktüm. Sıktım dişlerimi. Başımı salladım iki yana sessizce.
“Ne var akıllı kızım?”
“Yok, yok bir şey!”
Salladım başımı yine.
“Kafanda bir şeyler var, neler düşünürsün?”
“Babamla seni barıştırmayı…”
Memnun oldu ki sol elini sırtımda, saçlarımda gezdirdi:
“Seni o Enüstüye ben gönderdim. Öğretmen yaptım…”
Bedenimi baştan aşağı bir titreme aldı yine. Birden ter boşandı. Ardından bir iğrenme… Kalkıp pencereye döndüm. İçimden dua ettim: Allah’ım sabır ve selametle evime döndür beni. Muzafferim bekliyor orda. Sen koru bizi.
Eskişehir’e kadar bir daha konuşmadım. Yanımda bir karaltıydı. 6 yıl sonra yine gelmişti karşıma. Bir an önce kurtulmalıyım.
Trenden inince Sakaya Caddesi’ne yürüdük. Emirdağ’da particilik kavgasında kocası bıçaklanarak öldürülen dört çocuklu kız kardeşine gidiyorduk. Her adım atışımda ‘Sabır ver Rabbim!’ diyordum. Sakarya Caddesi’nin 65 nolu kapısının sarı tunç tokmağına vurdum. Beklemeden açıldı.
İstemediği bakışından belliydi.
“Ne geldin, kalaydın kızının evindi?” dedi bacısı.
İç geçirdim: ‘Şuna bak, kızıymışım, kalacakmış evimde!’ Toparladım kendimi. Sahte bir gülümseme kondurdum yüzüme, inandırıcı olmaya çalışan bir ton verdim sesime:
“Teyzeciğim, babama gideceğim. Zeynep Hala’mı da yanıma alıp yalvaracağım, barışsınlar! Ben gelene kadar sizde kalsın. Çifteler’e gidecek otobüse yetişeyim. Oradan da köye bir at arabası bulurum.”
ALLAHAISMARLADIK BİLE DEMEDİM
El öpmeden, Allah’a ısmarladık bile demeden, geldiğim caddenin sağından yolu tuttum. Sivrihisar Caddesi’ne dönerken köşeden baktım gözucuyla, eve girmişlerdi. Bir geniş soluk aldım. Arkamdan birini gönderip izletirler diye yön değiştirdim. Geldiğimiz yoldan ilk ara sokağa girip demiryolunun karşı yanına geçtim. Tahta tirevestlere basa basa koşar gibi yürüdüm, arada bir de dönüp arkama bakındım. Acelemden nefesim tıkanacaktı. İstasyona gelince yavaşladım. Büyük camlı kapıdan geçerken ‘oh!’ çektim. Analıktan böyle kurtulabilirdim ancak!
Trenlerin geliş gidişlerini gösteren çizelgelerin önünde durdum. Haydarpaşa hattına gidecek trenin on dakikası vardı. Bekleme salonundan yürüdüm, dışarıda gezinmeye başladım. Kötülük meleği kadın burada da bulmuştu beni. Onca kötülükten sonra benden yardım istemeye gelmişti. Babama kim söz geçirebilirdi ki. Kendi başına buyruktu o. İstemediği hiçbir şeyi yapmazdı. Sırasında oğlunu bile kurban etmişti gözünü kırpmadan. Öbür çocuklarını da hem anasız hem babasız koymuştu. Üstelik beni hiç sarıp sarmalayamamıştı bugüne kadar. Bir kez olsun düşünmemişti. Kızını bir kez olsun dinlemek istememişti. Ocağımızı söndüreni, bu yüzsüz kadını sonunda kovmuştu! Anlamış mı acaba? Vicdanı hiç sızlamış mıydı? Şöyle bir d üşünmüş müydü yaptıklarını… Kovmuşsa, oh olsun! Yalnız kovacağına kör kurşunla öldürse, Karadağ’a atıp gelse, çakallar tilkiler parçalasa daha iyi olurdu. İzi bile kalmazdı.
Söylenirken geldi tren…
Dört beş saattir dolaşık yün yumağına dönmüştü kafamın için. Kendimi toparladım. Tren hızını aldı, şıkı şık, şıkı şıkları arka arkaya ekleniyordu. Pencerenin önüne durdum. İndirdim camı. Kafamdaki dolaşıklığı atarcasına gözlerimi kırlara çevirdim. Yer yer boz, yer yer de yeşil sarıydı tarlalar. Ekin biçenler, biçileni arabaya yükleyenler karaltılar halinde görünüyorlardı. Ekin biçme, ürün kaldırma zamanı başlamıştı…
Eskişehir’e doğru güneş yineden doğuyordu sanki. Başımdan kara bulutlar kalkmıştı. Çarşı camisinin minaresinden akşam ezanının sesi yayılıyordu kasabanın üstüne eve girerken. Kapıyı kapatıp lambaların hepsini yaktım. Üvey anam halâ oturuyor, ağlıyor gibi geldi. Bir karabasandı. Gittiğine inanınca ev sahibine geçtim. Küçüğüm uyumuş. Kucağımda getirirken dudağımı sürdüm yüzüne gözüne. Onun varlığı içsel gücümdü. Yatırdım yatağa. Terlemiş; alnına yapışan saçlarını soldan sağa doğru kaydırdım. Bisiklete çok bindiği gün yorulur, erken uyur, çişini kaçırdığı da olurdu.
İdare lambası yakıp elektrikleri söndürdüm. Uzandım yanına. Bağrıma çektim. Burnunun deliklerinden çıkan soluğu boğazıma, çenemin altına doğru hafifçe geliyordu ılık ılık…
Ogünden sonra sokak kapısının anahtarını üstünde ve çevrili bıraktım. Perdeleri daha kalın bezden taktım. Bana gelenler ev sahibinin sokak kapısından girecekti. Talip dede’ye de korktuğum için böyle düşündüğümü söyledim. Allah’tan ki hiç kimse görmemiş, duymamıştı.
/ DEVAM EDECEK
ÖĞRETMEN BENİSA isimli 3 cilt kitabı temin etmek isterseniz:
HURİYE SARAÇ: 0533 779 06 06 – 0 236 715 47 70
www.huriyesarac.net
HURİYE SARAÇ’IN ÖĞRETMEN BENİSA KİTABI İLGİLİ GÖRÜŞLERİNİZİ AŞAĞIDAKİ LİNKE YAZABİLİRSİNİZ…
http://huriyesarac.net/okur-gorusleri/