İŞ… İŞ…
İlkbahar kokusunu, renk renk çiçeklerini, kanat kanat kuşlarını getirdiği yerini yaza bıraktığı halde hava ısınamıyordu bir türlü. Dünün kırağısı erimeden, bugünün kırağısı yağıyordu. Sık sık esen kuzey rüzgârı da, yerde ne bulursa önüne katıp havaya, evlerin çatılarındakileri ise yere savuruyordu tozu dumana katarak. Evlerde sobalar sönmek bilmiyor, bacalardan sağılan koyu dumanlar, dağın doruğuna ulaşırken uzadıkça uzuyordu. Kış masraflı geçiyordu.
Ağabeyimgile gelişimiz giderlerini katlamıştı. Bir şeyler yapmalıydım ama, ne? Bir gün, ağabeyim işe gidince yengeme sokuldum:
“Kasaba hanımları el işi yaptırmazlar mı ki? Kazak, dantel örer, nakış işlerim, olmaz mı?” diye sordum.
Benden böyle bir şey bekliyormuş gibiydi:
“Bulunur. Doktor Hanımının kabul gününe gideceğim, söyleyeyim…” demesi umutlandırdı beni.
O haftanın cumartesi günü bucaktaki memur hanımlarının kabul gününden geldi.
“Dikiş diktirmek, dantel, örgü ördürmek isteyenler var!” deyince sevindik. Sarılıp öpüştük.
“Dikiş, dantel ve örgüden iyidir ama makinemiz yok yengeciğim.”
“Kaygılanma! Makinesi olanların evine gideceksin. Makinesi olmayanlar da birbirine verirmiş!”
Akşamı zor getirdim. Sabah dikişe gidecektim…
Ağabeyim dairesine gidince şalvarı giyip örtünüyor, dikişe gideceğim evden biri gelip beni alıyordu. İpekli, oynak, ele avuca sığmayan, çok kırışan kumaşlardan on, yirmi, otuz daha çok parçalı etekler modaydı. Dikiş dikmem için bir iğnem bile yok! Göz kararıyla dikkatimi birleştirip biçmeye, dikmeye çabalıyorsam da çok zorlanıyordum. Bir elbise için kaç metre kumaş alınacağı, modeline, hanımın bedenine göre söylüyordum. İstekli dikiyor, bıkmıyordum. Makine dikişleri bitince ev getirip baskı, sülfüre, iliklerini yapıyorum. Çok parçalıların sülfüresi zaman alıyordu. Bu zorunlu dikişlerden ne mi kazanıyorum? İpekliler yedi buçuk, basmalardan üç lira… Bundan daha az verenler, çok verenler de oluyordu…
El becerim ustalaştıkça daha düzgün ve tez dikmeye başladım. Cetvel, mezüre, kalıp kâğıdı, toplu iğne benzeri araç gereçlerim de oldu.
Dikiş parasını yengeme veriyorum, o da ihtiyaçlarımıza harcıyordu. Gün gün rahatlıyorduk. Bucak müdürü hanımının mor, ipekli elbisesini bitirdiğim günün akşamı, hızla girdi kapıdan içeri ağabeyim. Öfkeliyse, sus pus olurduk.
Karşıma dikildi: “Dikiş dikmeyeceksin! Dikmeye de gitmeyeceksin!” dedi bağırarak.
Sedire geçti. Ceketinin cebinden çıkardı sigarasını. Koydu yere. Bir tane aldı içinden. İki dudağının arasına sıkıştırdı, aynı cepten kibrit çıkardı. Yaktı. Başkaca konuşmadı. Yengem de sus pus oldu.
Sobanın arkasında oturan çocukların yanına çökekaldım. İyi gidiyorduk işte! Çalışmama izin vermeyecek miydi dulluğum? Kızların yanında uyuyan küçüğümü kucakladım. Para kazanamayacağıma üzüle üzüle çıktım yukarı odaya. Sokağın lambası aydınlatıyordu azıcık. Serildiği günden beri yerinden hiç toparlanmayan yatağımızın yanında durdum. Ayağımın ucuyla yorganı iteleyip, açtım. Kucağımdakini yatırdım, eli ayağı serildi gitti. Uykusuna dalmış, soluk alıp veriyordu küçük küçük. Yanına sokulup çektim yorganı üstümüze…
DEDE BALIĞI
Ogün çarşıya gittik yengemle. Dikişten kalan son paramızla yün, şiş alacak, çocuklara yelek çorap öreceğim. Manifaturacı dükkânının vitrini önünde durduk. Bakıyorduk. Kolumu dürttü:
“Pazara balıkçı gelmiş, bakalım, ucuzsa alalım!”
Yürüdük. Balıkçı; çarşı camisinin avlu duvarı köşesindeki çeşmenin yanında…
“Taze balııık! Alabalııık! Üçü bir liraya! Etten ucuuuz!”
Bağırıp duruyor. Yuvarlak, yeşil boyalı tahtaya sıralanmış balıkların, sarı cam gibi parlak gözleri, kırmızı kırmızı solungaçları, gümüşi pulları ıslak ıslak! Balıkçı, eski gazeteler sarıp sarıp müşterilerine veriyordu. Sesi tanıdık gibi. Sokulduk kadınların arasına. Yün takkesini başına geçirmiş, indirmiş kulaklarına kadar, ne ki giyimi kuşamıyla balıkçıya benzemiyordu hiç. Alıcılar gidince örtmemi yüzümü gösterecek şekilde açtım:
“Pazar olsun. Hoş geldin baba.”
“Hoş bulduk!” dedi bakmadan. Eğildim eline, öpeyim. Onun elini vermesi, benim öpüşüm; balıkların arasındaki buzlar gibiydi… Yengem de öptü elini.
“Annem, ablagiller nasıllar?”
“Hepsi iyiler.”
Karşılaşmamız hoşuna gitmemişti. Yüzü gerildi. Balıkları dizeliyor gibi yapıyor, “Ya alın, ya da gidin!” desin istiyordu ya, ne de olsa geliniydim.
“Altı tane verir misin baba?”
Gazete kâğıdına sardı, önüme koyunca, uzattım parayı:
“Buyurun baba!” dedim.
Aldı. “Allah bereket versin!” diyebildi.
Balık tahtasının kıyısındaki küçük balık konservesi kutusunun içine, kocaman avucundan kayan sekiz yirmi beş kuruşluğun şıngırtısı yayıldı oralara.
“Allahaısmarladık, selam söyle ablamgillere.”
“… …”
Biz yanından uzaklaşırken o da: “Üçü liraya!”… Etten ucuuuz!..” diye tekrarlıyordu. Yengemden utandım. Hiçbir yakınlık göstermedi. Oğlunun bir yanı herhalde babasından geçmiş!
Yünü şişi alamadan geldik. Balık paketini mutfağa koyup iç odaya girdim. Emekleyerek bana gelen küçüğümü kucağıma aldım. Onun, “Anne… anne” diyerek gözlerimi silmek isteyişi hıçkırığımı kabarttı.
Yengem söyleniyordu:
“Böyle babanın böyle oğlu olurmuş! Sen el kızısın diyelim…” Oğlumu gösterip, “Bu çocuğun suçu ne? Sormadı bile. Onun babalığı da, dedeliği de batsın! Bir de hocaymış?” derken öfkesi kabardı. “Sus sus, ağlama! Ne üzülüyorsun? Ağabeyinin canı sağ olsun! Ne adammış be! İki lirayla zengin mi olacaksın zıkkım yiyesi? Böylesini ne gördüm ne duydum. Allah Allaaah!” diyor hayret ederek…
EL İŞİ
Kasabanın güzel geleneklerinden biri de el işlemeleriydi. Evlerinde pencere önüne, kimi güneşli ya da gölgeli duvar diplerine oturuyor, oyalar, nakışlar, danteller işliyorlardı. Misafirliğe, komşuluğa bile el işi kutusuz, torbasız gidilmiyordu. Nakış işlemek, dantel örmek isteğimi yengeme söyledim yine.
Başını yere eğdi, düşündükten sonra:
“Bilmem ki,” dedi dişlerinin arasından, “ağabeyin razı gelir mi?”
“Evde yaparsam, duyan gören olmaz ki!”
Yalvarılarımı kıramadı. Bir kutu on yumak… Yumakları ellişer gram. Örnek nasıl olursa olsun, yumak başı elli kuruşa örülüyordu. Pancar Fen Memuru’nun hanımına karyola eteği başladım. Ağabeyim daha avlu kapısından girerken dantel kutusunu çocukların çamaşır sepetine gizleyip evin işine bakıyor, o kapıdan çıkarken tığın sapına yapışıp tez öreyim istiyor, oturduğum yere çivileniyorum. Ayağım uyuşunca uzatıyor, sonra yine çekiyordum altıma… Tez örüyorum diye, iplik kutusunu kapan geldi. Altmış numara iplikle örerken; yetmiş, seksen, yüz numaraya kadar çıkardılar. Numara yükseldikçe inceliyor iplik. Bu da çok zaman ve emek istiyor, ama parası değişmiyordu.
Yatağımızı camın önüne çektim. Caddedeki elektrik direği pencerenin karşısındaydı. Işığı odayı aydınlatıyordu. Akşamları, yukarıya erken çıkmaya başladım. Yatağa sokulup ayaklarımı uzatıyor, küçüğümü yatırınca yorganı örtüp sallıyor, hem de örüyordum. Bucağın elektrikleri gece dokuzda sönünceye kadar… Bazen gaz lambasını yakıp sabaha kadar ördüğüm de oluyordu. Sabahları da; iplikle tığı görecek kadar aydınlanınca başlıyordum. Böyle gecelerde tığ, parmaklarımın arasından düşünceye dek sürdürüyordum. Uykusuzluktan diken gibi batan gözlerimi yumuyor, ağrıyan sırtımı duvara veriyor, az dinlenip yine başlıyordum. Dinleneyim derken uyuyup kalıyor, güneşin yüzüme vurmasıyla uyandığım da oluyordu. Ellerim acemiliğini çoktan geçirmişti, tığın incecik gagası dantele batıp çıkıyordu tez tez. Ne kadar hızlı örüyorsam da, dikişten günde aldığımı dantelden bir haftada bile alamıyordum, yine he hiç yoktan iyiydi.
BUYUR MUSKANI
Temmuzun ilk haftasıydı. Hava boğucu sıcak! Yerdeki tozu toprağı önüne katıp havalara uçuruyordu deli rüzgâr! Oturdum sedire, Muzaffer’i sallıyor, hem de dantel örüyordum. Rüzgârın uğultusu sürüyor! Avlu kapısı açılıp örtüldü. Kulağım, ağabeyimin ayak sesinde. Elimdekini maket yastığının arkasına kaydırdım. Dizimde yatana bakıp konuşuyormuş gibi yaptım. Geldi, yanımda durdu. Gömleğinin üst cebinden çıkardığı ikiye katlanmış zarfı verirken:
“Buyur muskanı bacım!” dedi.Devlet dairesinden geliyordu. Neyin nesiydi şimdi bu? Düşünceye vardım. Dayısı, eğildi yeğeninin üstüne. Sevdi, öptü. Elini ceketinin cebini attı. Aldığı şekerleri avucuna koydu. İğne vurmaya gittiği evlerde ikram edilenlerdi. Kızlara da verdi. Şekeri az buldu Sevilay. Çarptı yere. Dürdü kaşlarını, alt dudağını sarkıttı, yüzünü ekşitip kalktı. Küstü! Gidip arkasına oturdu kapının. Başını önüne düşürüp öyle kaldı. İlgilenen olmayınca kaldırdı başını. Kırgın bir bakış fırlatıp babasına:
“Çocuğu ona verdin, benimki biricik!”
“Ooo! Çok olma bakalım! Sen kızsın! Benim oğlum askere gidecek. O; gece gündüz vatanı korurken, sen de evinde rahat rahat oturacaksın!”
Karısına: “Hemen gideceğim, vurulacak iğnelerim var. Bu ara iğne işi iyi!” dedi.
Babası gidince ağlamaya başladı Sevilay. Küçüğüm, bana tutuna tutuna indi sedirden. Emekleyerek vardı ablasının yanına. Dizlerini büküp ayaklarının üstüne oturayım derken yanına devrildi.
“Şeker isterim!” diyor, tombul ayaklarını yere vura vura ağlamasını sürdürüyordu Sevilay!”
Baktı baktı. Sonra şekerleri verdi ona. Alınca sustu. Yanağına akanları siliyor, “Aba aba” diyor, bir şeyler söylemek istiyordu…
Yaşadığım olayların etkisinden kurtulamıyordum. Davetiye, Beylikova Sulh – Hukuk Hakimliğinden. 22.07.1956 günü, saat 9.00’da Mahkemede bulunacakmışım… Yirmi üç yaşımın ilk gününde, kanunen, “dulluğun” muskasını yazdırıp boynuma takacağım demek? Ancak boşanmak istemiyor, pişman olup dönerse yine başımızda olsun diyordum. /
DEVAM EDECEK
ÖĞRETMEN BENİSA isimli 3 cilt kitabı temin etmek isterseniz:
HURİYE SARAÇ: 0533 779 06 06 – 0 236 715 47 70
www.huriyesarac.net