O kadar çok anısı var ki kitaplaşması şart, sağolsun kızı Gizem ikisini yolladı, buyrun.
Tam da yazıyı bitirelim derken.
Kızı Gizem’den mail geldi.
Israrla istediğim Ersoy’un da olduğu aile fotoğrafı ve birkaç kare daha göndermiş, teşekkür ederim.
Kolay değil genç insan, acısı daha taze, başı sağolsun.
Çok anısı var sevgili Nizamettin abinin.
Bilgisayar kasasında kuzu gibi yatıyor.
O kadar çok gazetede çalıştı, emek verdi.
Biri bastırıverse sevabına, harika kitap çıkar.
Bekliyorum, basılsın bu kitap.
İki anısı var.
Ben aradan çekiliyorum.
Buyrun.
* * *
Bülent Ersoy’u karanlık odaya attım
Fuarın en hareketli zamanlarıydı Bülent Ersoy geniş kadrosuyla her akşam önce Ekiciöver’de halk konseri veriyor daha sonrada içkili gazino olan Kübana’da sahne alıyordu.
O akşam, 1 metre yükseklikteki Ekiciöver sahnesinde şarkı söyleyen Bülent Ersoy’un resimlerini çekmeye çalışıyordum. Üzerinde uzun bol pileli kıyafetiyle hareketli bir şarkı söyleyen Ersoy, benim orda resim çektiğimi fark etmeden o şuh kahkahalarını savurarak sahnede eteklerini havalandıracak şekilde sahnede bir tur atarak döndü. Bende tam o anda resim çektim. Çektim çekmesine de ama eteğin havalanmasını yakalayamadım. Konser bitiminde bir görevli beni Bülent hanımın çağırdığını söyledi. Kulis odasına girdiğimde “Karaoğlum sen ne çektin öyle bakayım” dedi. Ne demek istediğini anlamıştım. Ama resmi çekemediğimi söyledim. Ama gelde Bülent Hanımı inandır. Ben “Çekemedim” dedikçe o ısrarla “Çektin” diyordu. Sonunda filmleri banyo yaptıktan sonra o kareyi kendisine vereceğim sözünü verdim. (Çekemediğimi bildiğim için verdim bu sözü. Öyle bir kare çekmiş olsam böyle bir konuyu tartışmam bile) Konu benim için kapanmıştı artık. Ekiciöver’den günün ikinci konseri için Kübana’ya geçtik.
Ersoy sahneden indikten sonra yine beni çağırttı. Sanki konuşup anlaşmamışız gibi konu yeniden açıldı. Sonunda “Ben bu akşam uyuyamam. Seninle gazeteye geleyim şu filmi görüp rahatlayayım” dedi. Sonuç olarak gazetenin zemin katında çalışanlar için gecenin o saatinde 2 tepsi baklava alındı ve saat 03.00’de hep birlikte Tan Gazetesi İzmir Bürosuna gittik. Bülent hanıma ofisteki muhabir arkadaşlarım Reyhan Berkman ve Şermin Sezginer ile oturmasını benim karanlık odada filmi yıkayıp geleceğimi söyledim. Bülent Ersoy hemen “Ya o kareyi kesip alırsan” dedi. Hayatımda bu kadar şüpheci birini görmemiştim. Ben böyle bir şeyin olamayacağını. Bunun filmlerin yanlarında bulunan rakamlardan anlaşılabileceğini söyledim. Söyledim söylemesine de ortada inanan yok.Sonunda Bülent Ersoy ile ben gecenin saat 03.30’unda karanlık odaya girdik. Kapıyı ışıkları kapattık sohbet ederek film banyosu yaptık. Karanlıkta yapılan sohbetin konusu da, benim karanlıkta Bülent hanıma fark ettirmeden o ünlü kareyi alıp almadığıma ilişkindi. Film Yıkandı, öyle bir karenin olmadığı ve karenin kesilip alınmadığı anlaşıldı. Sabah 05.00’te Bülent Hanım otelinin yolunu tuttu. Bizde diğer işlerimizi bitirip uyumaya gittik. Bu olay yüzünden arkadaşlar arasında “Bülent Ersoy’u karanlık odaya atan adam” olarak nam yaptım.
* * *
Çok fena kandırıldık
Merhum Turgut Özal’ın tatillerini izlemek bizim için hep çok keyifli olmuştu. Bunun iki nedeni var. Bulardan ilki en az Özal kadar bizimde güzel tatil yapmamız. İkincisi ise Özal ne yapsa olay oluyor dolayısıyla haberlerimiz geniş geniş sayfalara giriyordu. Özal’ın cumhurbaşkanlığı döneminde Marmaris’te otelde kalır. Her sabah saat 8.30 en geç 09.00 da mesaiye gider gibi 30 kilometre yol kat eder Okluk Koyu diğer bir adıyla İngiliz koyuna giderdik. Koyun girişinde, genelde denizden gelen teknelere hizmet vermek amacıyla kurulan restorana kamp kurar, akşam saatlerine kadar orada beklerdik. Beklerken o güzelliğin nimetlerinden yararlanmamak olmazdı elbette. Her gün denize girer, yüzerdik. Arada bir aramızda okey, tavla partileri yapar, akşam içilecek rakıları bedavaya getirmeye çalışırdık. Cep telefonunun olmadığı o tarihlerde bizim talebimiz, Turgut Özal’ın talimatıyla restoranın önüne çağrılı ankesörlü bir telefon çekilmiş ve bizim haberleşme sorunu da bu yolla çözülmüştü.
Her gün orda olmamıza rağmen Özal’ı günlerce göremediğimiz bile olurdu. Bazı günler korumalar eşliğinde denize giren Özal’ın uzaktan da olsa resimlerini çekmekle yetinir bazı günlerde bizim bekleme yaptığımız restoranda misafir ederdik. Merhum Cumhurbaşkanı sürprizlerle dolu bir insandı. Bir konu hakkında açıklama yapması gerektiğinde, bizim bulunduğumuz iskeleye kadar yüzer denizden çıkmadan ve soru sormamıza fırsat bile vermeden kamuoyuna açıklamasını yapar yine yüzerek uzaklaşırdı. İşin komiği Özal gelip denizden bile çıkmadan bir iki kelam eder çeker giderdi ama Türkiye Özal’ın orda söylediğini günlerce tartışıp dururdu. Özal, daha geniş bir açıklama yapacaksa basın danışmanı Can Pulak bizim yanımıza gelerek Özal’ın sohbet etmeye geleceğini söylerdi. Bu sohbetleri bazen kuru pasta çayla geçiştirir bazen de kuru fasulye partisine dönüştürürdük.
Yine böyle bir günün sabahı nöbete geldik. Birkaç gündür Özal yine görünmediği için her an denizden gelerek bir açıklama yapmasını beklediğimiz zamanlardı artık. Derken, saat 10.00 gibi bizim için kurulan ankesörlü telefon çaldı. Telefondaki ses önce “Ben Can Pulak, Ne var ne yok. Ne yapıyorsunuz orada. Önemli bir şeyler varmı?” diye hal hatır sorduktan sonra “Sayın Cumhurbaşkanı Öğlen sizinle yemek yiyecek hazırlıklı olun” diyerek telefonu kapattı. Biranda hepimiz panik olduk. Saat 10.30 yaklaşıyordu. Saat 12.00’ye yemek nasıl hazırlanacaktı. Üstelikte restoranın dolabı tam takırdı. Restoran sahibiyle 2 arkadaş hemen Marmaris’e giderek alı veriş yapıp geldi. Alışverişte bir tanede 8-9 kiloluk kocaman bir Torik balığı almışlar. 15 Kişi bizler,15 kişide Özal ve yanındakileri hesaplayınca bu balık iyi bir tercihti. Restorancı balığı buğulama şeklinde fırına sürerken bizde hazırlıklara başladık. Kimimiz salata yapıyor, kimimiz sofra düzeniyle ilgileniyor. Özal’ın yemek saati konusundaki hassasiyetini bildiğimiz için hepimiz haldur huldur çalışıyor. Bu arada otelde uykuda kalan Milliyet İzmir Muhabiri Sedat Peker’de aramıza katılmış bize yardım ediyordu. Nihayet saat tam 12.00 olduğunda mezeleri, salatası ve içecekleriyle masamız hazır hale gelmiş balıkta pişim kıvamına gelmişti. Hemen elimizi yüzümüzü sabunlayarak soğan ve balık kokusundan arınarak başladık cumhurbaşkanını beklemeye. Balık da hazır haldeydi artık ve saat 12.30 olmuştu. Özal saat 12.00’de yemeğini yerdi genelde. Mutlaka bir şey olmuştu. Yoksa bu kadar gecikme olmazdı. Saat ilerliyor ama Özal ortada yoktu. Nihayet saat 13.30 konuk evine telefon açma kararı aldık. Telefonun diğer ucundaki Can Pulak, “Ne yemeği arkadaşlar. Biz sizi aramadık. Zaten biz yemeğimizi yedik bile” diyince biz şok olduk. Çok fena işletilmiştik. O kadar çalışıp çırpındığımız yemiyormuş gibi çokta ağır bir fatura ödemesi bekliyordu bizi. Yapacak bir şey yoktu. Oturduk, hep birlikte masadakileri silip süpürdük. Restoran sahibinin önümüze koyduğu bol sıfırlı faturayı da ortak olarak ödedik. Aradan 1 ay falan geçti. Artık bizi işleteni bulmaktan vaz geçmiş olayı unutmaya başlamıştık ki, bir akşam kurduğumuz rakı masasında itiraf geldi. O gün sabah uykudan kalkamayan Sedat Peker, bir şey atlayıp atlamadığını öğrenmek için koya telefon açmış, biz onu “Özal geldi. Resim çektik” falan diye işletmeyelim diye o bizi işletmiş. Geç saatte koya geldiğinde bizim koşuşturmamızı, yapılan hazırlıkları görünce tepki korkusu hem de bütün hesabı ona ödetiriz korkusuyla susup oda bizimle hazırlıklara katılmış…
– – –
Daha kim bilir ne anıları vardır.
Meraktan çatlayacağım.
Piyasada o kadar saçma sapan kitap varken.
Adam gibi kitap istiyorum, kitap.
E hadi.
www.haberhurriyeti.com / Metin AYDINOĞLU